16 Ağustos 2010 Pazartesi

FISTIK YEŞİLİ EŞARP

Darmadağınık bir odanın ortasında yatıyorum, etrafa saçılmış onlarca eşyanın ortasında. Kıyafetler, kitaplar, cd ler, kağıtlar, ayakkabılar... Devrilmiş masa lambası, açık duran dolaptan yuvarlanıp gelmiş sekiz renkli büyük deniz topu, tavanda ki pervaneye takılmış onunla beraber dönen fıstık yeşili eşarp, yarısı ters dönmüş, kıvrılmış onlarca fotoğraf, bir gece önce gidilen barda çalan grubun afişleri. Bu kadar ıvır zıvırla ne işim var acaba? Yattığım yerde tek düşündüğüm bu şu anda. Gözüm, pervande ki yeşil eşarba takılı, neden bu kadar çok eşyam olduğunu, neden hiç bir şeyi atamadığımı düşünüyorum. Seni de atamadım hayatımdan. Tıpkı bu pervanede ki yeşil eşarp gibi dönüp duruşuna bakarak geçirdim günlerimi, aylarımı ve hatta yıllarımı. Her gitmek istediğimde sen, karşıma dikilip "hayır" dedin. İzin vermedin. Ellerini göğsüme koyup beni durdurdun ilk seferinde ve son seferinde o dokunduğun yerden hızla duvara ittin beni. Hızını alamadın sandım ve kendimi kandırdım. Kafam duvara ilk çarptığında ayılmalıydım, uyanmalıydım bu hipnoz halinden. Ama yapmadım. Sonra yeniden bir durgunluk, sessizlik.
Hatırladım bu fıstık yeşili eşarbı. Gecenin biri, bir barın tuvaletinde, beni boynumdan tutup kadınlar tuvaletinin kapısına yapıştırdığın gecenin sabahında takmıştım. Boynumda ki morlukları kapatacak uygun renk belki bu değildi ama en dikkat çekecek renk buydu. Güya dikkatini çekmeye çalışıyordum. Yapmam gerekense sadece o kapıdan çıkıp gitmekti. En son dün gece kırıp içeri girdiğin o kapıdan. Önce salonda, sonra yatak odasında eline geçen her şeyi yerlere atarak bağırdığın dün gece... Salonda ki abajuru kırdığında ben koridora kaçtım. Masanın üzerinde ki vazoyu kapıya soğru fırlattığında o koridorda geri geri adımlar atarak yatak odasına yürümeye çalışıyordum. Bana dokunmuyordun hatta bana bakmıyordun bile. Sadece bana bağırıyordun. Dış kapının önünde duran valize ve bana bağırıyordun. Sana anlatmama izin vermiyordun. Ben değildim gidecek olan, valiz bana ait değildi. Ama beni dinlemedin, çığlıklarımı duymadın ve beni görmedin. Ta ki yatak odasında da duvarlara fırlatacak bir şey kalmayana kadar. En sonunda odanın ortasında, o tufanın tam ortasında ayakta kalan bir sen bir de ben vardık. O koca odadan geride kalan bir ben vardım. Sende beni tuttun omuzlarımdan ve en son beni fırlattın duvara. Yere ağır çekim uçuşumu hatırlıyorum ve senin saniyenin onda birinde yüzüne yerleşen ifadeyi. Beni görmüştün! Bendim o havadan süzülüp yere çakılan. Bendim duvardan sekip ayağının önüne düşen. Bu değildi yapmak istediğin biliyorum. Her zaman ki gibi bu değildi. Ben değildim incitmek istediğin. Seni inciteceğimden ölesiye korkundan, etrafında eline geçecek her şeyi kırabilirdin ben hariç. Ama bu, beni görebildiğin zamandı. Sen bir zaman önce bana bakarken kör olmuştun zaten. İşte o zamandan beri, sen kafanda ki bana bağırırken, beni abajurla aynı hızda fırlatabiliyordun. KorktuğuN, kaçtığın, direndiğin ben, sadece senin kafanın içindeydi artık. Gerçek beni sadece bu tufanlar geçince görüp, yaptığından pişman olmana neden olan da buydu işte.
Ben hareketsiz, odanın ortasında yatarken, sen hala kafanda ki benden hıncını alamamış, fırladın kapıdan çıktın. Ayılacaksın bir kaç saat içinde. Gün doğmadan kendine geleceksin. Beni arayacaksın yanında ve nerede bıraktığını hatırlamaya çalışacaksın. Gözünde ki o deli bakışını ezberledim ben. Gözbebeklerinin nasıl büyüdüğünü gördüm ve o ela renginin nasıl koyu kestaneye kadar karardığını... Yeniden sen olduğunda o pişmanlıkla nasıl kısıldıklarını da gördüm, benden nasıl kaçtıklarını da.
Seni değil kendimi suçluyorum. Şimdi, burada, zeminde yatarken, bu pervanenin altında, senin her deliliğinin sabahını beklediğim için kendimi suçluyorum. Çünkü evet, her gecenin bir sabahı var ama önce gece var. Ve o geceden sağ çıkabilmek var...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder