15 Aralık 2010 Çarşamba

KABUK

Söyleyecek bir sürü şeyi varken hiçbir şeyi kalmamak bu olsa gerek. Duvarlara bağırmak istiyordum aslında veya aynı duvarlara bir şeylere fırlatmak ama sadece sustum. Sonuçta onu bile yapasım gelmedi ki içimden. İçimden bir şey yapmak gelmeyecek kadar yani... Ne fena. Ama can çıkar, huy çıkmaz. En susuz zamanında bile ağlayabiliyor işte insan.
Çok ama çok uzakta, bir gece yarısı alınan bir mailden ibaret her şey. Bir bilgisayarın ekranında ki bir yansımadan... Hemen arkasından kime nasıl saldıracağını bilememekle ilgili ya da. Elimizde ne kaldı diye bakarken "peki, ne vardı" nın peşinde buldum kendimi. Sorgulanamayacak kadar çok şey var ve şimdi geri dönülemeyecek kadar çok söz. Ne bir kelime eksik ne fazla, hesaplamadan konuştuğum için hep; şimdi "ah bir geri dönseydim şunu derdim ya da şunu yapardım" o kadar manasız bir dilek ki benim için.
Bitişi de böyle olmamış mıydı pardon başlangıcı aslında, yine bilgisayar ekranında bir yansıma ile. Canlı kanlı onca zamandan, laftan, sözden, hüzünden, sevinçten; onca etten, deriden, tırnaktan, saçtan; elimden tutan, omzumdan saran, yanımdan geçen, önümden yürüyen, kulağıma eğilip zamanı söyleyen onca andan sonra sadece bir yansıma kalmıştı bana. Hazmedemediklerim değil de hazmedemediğim bu olmamış mıydı? Ya, ne olmuştu ne? Hiçbir şey. Ben zaten hep duvarlara konuşmuşum, hep duvarlara bağırmışım, hep duvarlara gülmüşüm. Sonunda da bir duvara çarpıp gerçeği görmüşüm. Kabuk bağlamışken kanatmayalım değil mi yaraları. Bak izleri kalacak, kalacak biliyorum. Kalsın. Ben severim yara izlerini.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder