12 Ocak 2011 Çarşamba

ŞŞŞŞŞŞ. BİR, İKİ, ÜÇ! LAY LAY LAY....

“A-aa sen Fotomaç mı okuyorsun?” / “Niye, bunu Y kromozomu taşımayanlar okuyamaz mı?”. Bu diyalog benim ta lise yıllarıma kadar uzanır. Kadınlar futboldan ne anlar, sen ofsayt nedir bilir misin yahut taç, hadi Allah aşkına bana bir oyuncu ismi söyle, bana bir takımdan üç oyuncu say sana inanacağım söz… Çok dinledim, çok sefer de de cevabını yapıştırdım.
İlk futbol maçını ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum ama beni stada maç izlemeye ilk babamın götürdüğünü hatırlıyorum (tıpkı ilk klasik müzik konserime de yine elimden tutup götürdüğü gibi). Ne zaman tutkunu oldum onu da hatırlamıyorum ama bir dönemim var ki; hayatımın en önemli parçalarından biriydi futbol. Hala seviyorum, hala bayılarak izliyorum, hala çok fena Beşiktaşlıyım ama koyu rengim zamansızlıktan biraz biraz açıldı galiba, itiraf ediyorum.
Hani “ne anlıyorsunuz bundan” derler ya sizi ağzınızın kenarı köpürerek maç izlerken görenler; bence şaşırmayın. Çünkü bu mereti ya sever izlersiniz ya da anlamaz izlemezsiniz. Öyle arasında kalıp da takım tutarmış gibi yapmayı ya da izlermiş gibi yapmayı saymıyorum baştan anlaşalım. “Ne anlıyorum” a gelince; bilmem. Galiba aynı anda bir sürü şey. Ama her neden olursa olsun bana verdiği hissi onun gibi veren başka bir meret de bilmiyorum. O yüzden bu yazının bundan sonrası herkes için aynı şekilde eğlenceli olmayabilir.
İnönü stadından içeri ilk girişimi hiç unutamayacağım. Bir sürü stat gördüm, dahasını da görürüm ama hiç birini, dünyanın en muhteşem manzaralı stadına değişmem. Ve bilirim ki insan bir dinini bir de takımını değiştiremez öyle el çırpar gibi. Ben, benim sevgili takımım sayesinde bir Fener-Beşiktaş maçının son dakikasında Fener lehine verilen penaltıya kızıp duvarı yumruklayınca bileğimi incitmiş, başka bir maçta kaçan gol yüzünden koltuktan düşüp dizimi berelemiş olabilirim. Bir Uefa hüsran maçında önümde duran sehpada ki kesme kül tablasını tam televizyona atacakken annemin beni bileğimden yakalamasıyla kendime gelmiş; nam-ı diğer mabet İnönü’de Fener’i 2-0 yendiğimiz bir maçta, ikinci golden sonra basamaklardan öne doğru düşüp iki tırnağımı kırmış olabilirim. Yine İnönü de tek başıma (annemin lafıyla kız başıma) gittiğim bir Beşiktaş-Galatasaray derbisinde hakeme ettiğim küfürler yüzünden önümde duran iki amca dönüp beni azarlamış; Atatürk Stadında bir Altay-Beşiktaş maçında yediğimiz üçüncü golden sonra ben sinirden hüngür hüngür ağlarken, önümde ki koltukta oturan çocuk maçı falan bırakıp ağzı açık beni izlemiş olabilir. Başka bir Altay-Beşiktaş maçında, yüzümün yarısı siyaha yarısı beyaza boyalı elimde bayrak sallarken sağanak yağmura yakalanıp; hem yüzümde hem bayrakta ne kadar boya varsa üzerime akmış olabilir. Bir Göztepe- Beşiktaş maçının çıkışında, önde babamla arkadaşı, arkada ben arabayla takım otobüsünün neredeyse önünü kesmiş, ben arka camdan yarı belime kadar sarkıp hem bayrak sallayıp hem bağıra bağıra tezahürat yaparken; o zaman ki kaptan Tayfur bana otobüsün camından gülerek “deli misin sen” işareti yapmış olabilir. Bir sezonun açılışı, Carew in ilk maçı, Malatyaspor-Beşiktaş maçında, ben bir Malatyalı olarak hem de Malatya’da, Malatyaspor tarafına götürülmüş olsam da; dudaklarımı yiye yiye aslında Beşiktaş maçı izlemiş olabilirim. Pascal’ın Fenere tombala çektiği maçta bizzat o tribünlerde olup, çıkışta eve dönerken aslında kopan kıyameti öğrenmiş olabilirim. Alen, stadın ortasına koşup binlerce insana üçlük çektirirken; her seferinde nefesimi tutmuş olabilirim. Of ben çok eğlenmiş olabilirim ya!
Az ağlamadım, az bağırmadım, az küfür etmedim… Sadece Beşiktaşlı olmanın dışında ben yıllarca 3.ligden La Liga ya kadar elime ne geçerse izledim. Üniversite yılları boyunca Juve taraftarı oldum, Del Piero ya aşıktım, İtalya milli takımının fahri taraftarıydım. 2000 Dünya Kupasında bodrum kata kurulan duvar-vizyonlarda maç izlemekten neredeyse finallerini kaçıran da; Uefa finalinde Galatasaray ın son penaltısında 8.katın balkonuna kaçıp onlar kupayı kaldırırken onlarla beraber ağlayan da bendim. Ve ben belki babamlar kadar olmasa da yine de gayet şanslı bir dönemi izledim: Cantona, Nedved, Shevchenko, Klause, Del Piero, Inzaghi, Peruzzi, Owen, Ballack, Rivaldo, Ronaldo, Ibrahimovic, Ronaldinho,Zidane, Gerrard, Hagi, Şifo Mehmet, Sergen, İlhan Mansız, Kuntz, Kaka, Figo, Puyol, Villa, Messi…
Mansız’ın Senegal’e attığı altın golü, Popescu’nun penaltısını, 98 Dünya kupasını alan efsanevi Fransa milli takımını, Oktay’ın 7 kişiyi ipe dizip attığı golü, Zizu nun son maçında attığı meşhur “kafa” yı, Manchester ın son iki dakika da Bayern in elinden aldığı Şampiyonlar ligi finalini, Figo’nun Real Madrid forması ile Barca’ya karşı oynadığı ilk maçı, Sergen’in kaleciden aldığı tek pasla Chelsea’ye attığı golü, Liverpooldan yenen sekiz golü, 17 yaş altı Brezilya-Türkiye maçını, 3-0 dan 3-3 e dönen Gaziantep-Beşiktaş Türkiye Kupası finalini, Fenerin Galatasaray a 6 attığı Kasım maçını, 4 kırmızıyı, 6 yabancıyı, neler neler izledim. Ha Allah henüz bana bir Dünya kupası ya da Avrupa kupası maçını stadında izlemeyi nasip etmedi ama bir Dünya kupası finalini, o maçı oynayan ülkelerden birinde kendi taraftarı ile izlemeyi; 2010 yazında finale kadar her maçı İspanya da, İspanyollarla izleyip, finalde onlarla beraber kendini kaybetmeyi nasip etti. Daha görecek çok yer var ama bana benim için en önemli stadı, Barca nın stadını, Nou Camp ı görmeyi hatta soyunma odalarına kadar girmeyi nasip etti. Sırada bir Premmier lig maçını yerinde izlemek var. Artık ya holiganlardan dayağımızı yer ya da bu hızla onlardan biri olur geliriz.
29 yaşındayım ve sanırım bir yirmi yıldır futbolu seviyorum. Bu yazıyı da bana Beşiktaşı ilk öğreten babama, halis muhlis Göz Göz lü kardeşime, fahri Manchester United lı kara kuzuma, futboldan ciddi ciddi anlayan acayip Fenerli küçük kuzenime ve de yıllardır onca lafa inat harbiden futbolu seven, izleyen, bilen tüm hemcinslerime armağan ediyorum
Saygılar… ))

2 yorum: