16 Eylül 2011 Cuma

BORDO KANEPE

 Mükellef bir sofra kurmuştu o akşam. O kadar ki; hayatımın geri kalanında en az dört çeşit yemek ve üç çeşit ara sıcaktan beni mahrum edebildi. Bir daha ağzıma koyamadım. Keyfi de nasıl yerindeydi. Öyle böyle değil. Masaya rakı şişesinin gelmesinden belliydi zaten. Cam sürahide buzlu su... Ruj da mı sürmüştü ne? Sanki daha bir kırmızıydı dudakları. Üzerinde iri yarı, orkide gibi çiçekler olan siyah elbisesini giymişti. Eteğinin ucunda da bir sıra siyah fisto. Dantel miydi yoksa? Dantelle fistonun farkını hala bilemediğimi duysa; tek kaşını -ki sağ kaştır o hep- kaldırıp bana bakar sonra da derdi ki "kompostoyla hoşafı da ayıramazsın zaten". Valla da ayıramam.
Bir kadeh içti bütün akşam boyunca. O yüzden sorduklarında sarhoştu demedim. Çakır keyif bile değildi. Kendi başına bir küçük içen kadın, bir kadehten sarhoş mu olurdu? O bahaneyi bile çok görmüştü bize işte. Ama nasıl keyfiliydi! Gerçekten bak. Elleri hep masanın üzerinde, kah bana börülce tabağını uzatıyor, kah ablama pilav koyuyor, eniştemin rakısına buz atıyor. Hiç asılmadı yüzü, hiç dalmadı gözleri. E ben nasıl anlardım, nasıl anlayacaktım? Çalışmış sanki, ezberlemiş. Babamın türküsüydü ya "dersini almışta ediyor ezber" . Resim duvarda asılı. Bakmadı. Bakmadı ya... Bakmadı! Ah oradan anlamam gerekirdi, hiç bakmadı. Bir kere bile kafasını çevirip babamın duvarda asılı resmine bakmadı. Bakmadan tek gününü, tek akşam yemeğini geçirmeyen kadın; o gece bakmadı. E ben anlamalıydım, anlamadım. Düşünemedim, tahmin edemedim.
O gece çekmeceden babamın beylik tabancasını alacağını, arka oturma odasında çenesinin altına dayayıp; solmuş nil yeşili arka duvarı, üzerinde oturduğu bordo üstüne sarı çiçekli kadife kanepeyi ve hatta beyaz, kartonpiyer tavanı kafasının içinde ne varsa onunla sıvayacağını tahmin edemedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder