31 Ekim 2011 Pazartesi

DENİZ KENARI

Ben sorunu buldum galiba: biz seninle aynı tarafta değiliz. Daha doğrusu aynı yerden bakmıyoruz. Şöyle ki; sen bir kıyıdasın ben başka bir kıyıda. Anasını sattığımın denizi aynı deniz de işte, bakan gözler aynı değil. Sana dalgalı gelen günlerde benim içinden çıkasım gelmiyor. Sen "su çok güzel hadi gelsene" dediğinde; bana o su buz gibi geliyor. Sana boy gelen yerde ben batıyorum, bana boy gelen yer sana sığ kalıyor. Bir türlü tutturamıyoruz şu suyun derinliğini.

Bütün bunlar yüzünden çıkarıyorum çizgili bikinimi. Zaten beni şişman gösteriyor. Giyiniyorum şortumla tişörtümü, ben gidiyorum. Mevsim de kışa dönüyor zaten, artık suda oynanmaz. Sen de git, hadi boşver durma burada. O kumdan kaleyi de yarım bırakıver. Zaten yıkılacak biliyorsun. Temeli sağlam değil. Kumu kötü buranın. Suyu da bulanık. Hadi sen de git. Beraber gidelim. Ama aynı yere değil. Sen o kıyıdan geri, ben bu kıyıdan.

29 Ekim 2011 Cumartesi

13 GÜNDEN SONRA

13 gündür evden uzakta olmanın getirdiği özlem; vatan, ülke, toprak, şehir özlemi değil. Sadece ev özlemi. Evin nerede olduğu ile ilgili değil, bir evim olması ile ilgili. Kendi kendine kalabileceğim, istediğim gibi davranabileceğim bir yerim olması ile ilgili. Kaçmak istediğinde kaçabileceğim bir yerim olması ile ilgili. 8000 km ötede birden "ya ben eve gidicem diyemeyeceğine göre, bekleyeceksin. Ama dedim ya, mesele o evin nerede olduğu değil. Evim Zimbabwe de olsa yine aynı duyguyla gideceğim çünkü.
13 günde bir tek bunu öğrenmedik tabi, o kadar da kısır ve kıt değiliz Allaha şükür! Pervaneli uçaklar, sandığınız kadar korkunç değil, mesela bunu öğrendim. Sadece kalkarken ve inerken biraz daha fazla sarsılıyorsunuz bir de uçak, rotaya oturana kadar o pervane dünyanın gürültüsünü çıkarıyor ama o kadar. Ha, yağmurlu havada daha fantastik olabilir ama onu (henüz) yaşamadık.
13 günde toplamda 3 ülke, 6 şehir değiştirdikten sonra bir şey daha öğrendim ki; biz Türkler her yerdeyiz, bu Amerikalıların hepsi egoist ve kibirli, İtalyan erkekleri hakikaten çok sırnaşık, Fransızlar tarz sahibi, İrlandalılar can, Bengalliler kardeşimiz, Çinliler de gayet hödük! Ama ben eskiden Çinliymişim. Bir önceki hayatımda öyleymişim kesin de ben geliştirilmiş versiyonum. Yani hödüklük kısmını geliştirip daha bir insan olmuşum. Gel gör ki bağırarak konuşma ve asla yön bulamama, yer tarif edememe gibi özellikler kalmış; aynen devam.
13 günden sonra özleyebiliyorsunuz insanları. Özlemeniz gerekmeyenleri bile. Özlememeniz gerekenleri bile. Özleyeceğinizi hiç düşünmediklerinizi bile. Ve bazıları ise aklınıza dahi gelmiyor. Valla ya, çok acayip!
Ha bir de 30 derece havada nezle olabilirmişim. Bak şimdi! Ben İstanbul da (-) derecelerde olmamışım, bu ne ki şimdi?

23 Ekim 2011 Pazar

BİLMEM HATIRLAR MISINIZ?

Bilmem hatırlar mısınız ama biz aynı taraftaydık, hatta ortada taraf bile yoktu. Sallanırdık ama yıkılmazdık. Yıkılmışlığımızda vardı gerçi ama o zamanda kalkmıştık.
Bilmem hatırlar mısınız ama biz birlikte yaşıyordu. Yaşıyoruz. Söz gelişi, laf gelişi değil; baya baya birlikteyiz. İş arkadaşı, ev arkadaşı, sıra arkadaşı, sevgili, eski sevgili, karı-kocayız.
Bilmem hatırlar mısınız ama biz bir ülkeydik. Bir topraktık, toprak parçası değil. Üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadaydık. Yarım bir ada değil.
Bilmem hatırlar mısınız bu hikayeler yıllardır var. 90 larda da onlarca şehit verip depremlerde binlerce insan ölüyordu. Bütün bunlar değişmedi ve biz yine de birarada kaldık. Çünkü bilmem hatırlar mısınız ama biz bir ülkeydik. Bir ülke!
Sesimizi çıkarmadığımız her şey; biz sesimizi çıkarmadığımız sürece bize layık görülendir. Bilmem hatırlar mısınız onlarca yüzlerce vaadi, kelamı, mitingi... Eğer hatırlamıyorsanız zaten önemi yok. Hatırlıyorsanız siz de hesap sormalısınız. Biz kaybettik ama siz de kandırıldınız.
Bu günler herkesin ve herşeyin sınandığı günler. Sabrın, metanetin, sağduyunun ve aklın. Hepsine sahip olun, hepsine mukayet.
Biz hep gündemi kalabalık, aksiyonu bol, hareketi bereketli bir millettik ve her yılı bitirirken bir kaç felaket birden görmezsek olmaz. Ama biz hiçbir zaman "oh olsun" demedik. Nasıl deriz? Kime deriz? Kime oh olacak ki?
Şu anda Türkiye den binlerce kilometre ötedeyim. Bir haftadır ne zaman gazetelere baksam birbirinden fena haberler aldım, alıyorum Canım yanıyor, içim daralıyor, dua ediyorum. Hepiniz için, hepimiz için. Bunca kilometre öteden ben sızlarken siz orada, o hengamede gerçekten bu sızıdan kaçabiliyor musunuz?

16 Ekim 2011 Pazar

BU VALİZ YAZ VALİZİ, BU VALİZ KIŞ VALİZİ, ORTADA SU ŞİŞESİ


Şu anda arka planda çalan Orhan Gencebay'ın Hayat Kavgası için, sayın ve sevgili birisine çok teşekkür ederiz.
"gel beraber çıkalım bu yollara, yalnız çekilmiyor dünyanın kahrı" diyor ya, ben daha bir şey demiyorum.

 Ben yine pasaportumu elime aldım. Valiz odada yerde duruyor ve hala açık. İki ülkeye göre, iki mevsimlik  bir valiz yapıyoruz. Çok acayip. Parmak arası terliğin yanında yün hırka var. İco arıyor diyor "ne koyalım", ben diyorum ki "3 pantolon, 3 tişört, 3 kazak koy. üşürsek kazakları giyeriz, yanarsak çıkarırız." Boşa demiyorlar kılavuzu karga olanın... Ben Bangaldeş e ilk gittiğimde valiz bile götürmemiştim. 1 haftalık yola el çantası kadar bir çantayla gittim. Sonradan sonradan büyüdü benim valizler. Kıyafet taşımaya üşendiğimden sevmiyorum büyük valiz yapmayı. E zaten giymiyorum da. Hep aynı şeyleri giyiyorum, emin olduğum aslında rahat olduğum şeyleri. Bi de mevsim ayarı tutturabilsem! Sadece geçen kış Paris valizinde çok başarılıydım. Eksi bilmem kaç derecede kar yağıyordu ve sonunda ben ayağımda bot ve üzerimde montla yakalayabilmiştim iklimsel şartları. Halbuki Şangay dan Kunming e geçtiğim gün hava sıcaklığı 15 derece birden düşünce incecik tişörtüm ve ben dımdızlak kalakalmıştık hava alanında. Ya da Dubai'ye indiğimizde parmak arası terliklerimize inat yağan yağmur? Ulan kaç kere indik o Dubai'ye yağmaz yağmaz da benim parmak arası terlik giydiğim gün yağar! Yağar ki ayağım terlikten kayıp yere yapışayım. Bangladeş  25 derece, Çin 5 derece. Bana mont bulmasalardı artık orda da otelin battaniyesini sırtıma alıp gezerdim sokakta. Gerçi terliklerini çaldım ama olsun.
En kolayı yaz valizi: bikini, şort, tişört. Sırt çantasına sığıyorlar valla, ne güzel. Bir de benim gibi otellerde ki havlulara, nevresimlere takık biri değilseniz ve saçlarınızı da pek kurutmuyorsanız baya bir yer kalıyor valizde. Şimdi tek sorun şu: dolgu topuklu siyah mı, ince topuklu gri mi?

12 Ekim 2011 Çarşamba

CÜMLETEN UYANIŞA ÇAĞRI!

Sonbahar sen nelere kadirsin! Yazmadığım zamanlarda başıma ilginç ne geldi diye merak edeniniz varsa söyleyeyim: hiç bi şey gelmedi! Toplumu rahatlattığıma ve infiali engellediğime göre devam edebilirim sanırım.
Zamanın bu kadar hızlı geçiyor olmasının en kötü tarafı, bi bok anlamıyor olmam. Şöyle ki, çalışırken sabah 8 den sonra bir bakıyorum 12 olmuş, hadi yemek yiyelim faslı. Arkasından hop 4 olmuş, 6 olmuş, çıkalım, eve gidelim. A-a akşamın 8 i olmuş. Bir şeyler falan fıstık, yatmışız kalkmışız yine sabah olmuş. (cümlenin çoğulluğuna takılmayın lütfen, sadece bir birlik duygusu yaratmak istedim. yoksa sadece mor saten çarşafım ve iki yastığımı kastetmedim)
Nereye varmaya çalışıyorum? Şuraya. Buraya bak hayatım, buraya. Ne yapmak istiyorsanız, tam şu anda, kalkıp yapın! Yarın yaparım demeyin, yapamazsınız çünkü yarın da bu saatte aynı kanepede pinekliyor olacaksınız. Hayal kırıklığından korkmayın. Kırılsın diye var zaten o hayaller, ne sandınız, gerçekleşsin diye var olduklarını mı? Saf mısınız siz? Hadi ama, kalkın!
Kimin yanında olmak istiyorsanız onun yanına gidin. En kötü ihtimalle sizi kabul etmez ama siz yine de gitmiş olursunuz. Hem gezmiş olursunuz işte, ne güzel. İçmek istiyorsanız için. Yarın sabah iş olması, iki kadeh keyfinizi kırmasın. En fazla bi saat geç gidersiniz, koyu bi kahve içersiniz, geçer gider. Ne yani? Kocaman bir pizza ya da kocaman bir hamburger yemek istiyorsanız, yiyin! Kilo, göbek, şu, bu demeyin; onlar olacak kaçışınız yok. O hamburgeri yemeseniz de olacak, bari yiyin de olsun. Koyun götüne rahvan gitsin yahu! Sıkmayın bu kadar kendinizi, değmez. Hiç değmez.

7 Ekim 2011 Cuma

FATMA ŞAHİN'E MEKTUP

Merhaba Fatma hanım,

Bir kadının bir kadına yazabileceği kadar resmi yazmaya çalışacağım makamınıza istinaden. Son zamanlarda artan ve nihayet bunu yaşayan kadınlar dışında kalanları da kaygılandıran şiddet olayları ile ilgili size söylemek istediğim onlarca şey varken birden, yazmak yani söylemek istediklerim başlık değiştiriverdi. Zaten bu ülkede bir başlığın bir saatten fazla bile gündemde kalabilmesi mucizedir, siz de bilirsiniz.
Mardin’ de bundan aylar ve hatta yıllar önce başlayan N.Ç. nin cinsel taciz -ki aslında tecavüzdür- davasında gelinen nokta, sadece kadınlar değil; bu dünyada adalet kavramının varlığına inanan herkes için bir soru işaretidir. Bugüne kadar ki pek çok tecavüz davasında kurbanın üzerinde ki kıyafetten olayın olduğu saate ve yere, sanığın kurbana yakınlık derecesinden kurbanın yaşına kadar her türlü ayrıntı etken kabul edilip, cezai indirim sebebi yapıldı. Ayrıntı diyorum çünkü tecavüz gibi bir suçu haklı çıkarabilecek bir nokta gerçekten var mıdır? Adalet organlarının ve yasaların koruması gereken kurban değil de aslında suçlu mudur? Elbette ki haksız yargılanmalar, sebepsiz yere mahkumiyetler ve suçsuzken tutuklanmalarla dolu bir adalet sisteminde sanığı yargılarken her türlü konuyu açıklığa kavuşturmaya çalışmak olması gerekendir. Ancak suçluluğu ispatlanmış bir sanık -ki artık suçludur- için yaptığını yani tecavüzü haklı çıkarmaya çalışmak nedir? Fiziksel etkisi bir yana ruhsal mağduriyeti neredeyse bir ömür boyu sürecek olan suçu mazur göstermeye çalışmak nedir? Kurbanı tüm bu yaşadıklarının yanında birde başına gelenin aslında kendi suçu olduğuna inandırmak nasıl bir adalettir?
En son yapılan HSYK toplantısında hakim ve savcıların tecavüz kurbanlarını tecavüzcüleri ile evlendirerek iş yükünü azaltma önerilerini okurken bunun bir tür ironi ya da bir tür kinaye olduğunu düşündüm. Ama bizim ülkemizde tecavüzün neredeyse suçtan sayılmadığını, hep kurbanın “ayartması”, yanlış zamanda yanlış yerde olması, “müsait olması” ve hatta tabiri mazur görün ama “kuyruk sallaması” üzerinde durulduğunu hatırlayınca o kadar da şaşırmamam gerektiğini fark ettim. Toplum bilincini ya da tecavüze bakışını, kurbana yaklaşımını, suçluyu neredeyse anlayıp korumaya çalışmamızı değiştirmek zaman, çaba ve sabır gerektiriyor biliyorum. Televizyonda işlenen bir tecavüz sahnesini bile ağızlarından sular akarak, sanki eğlencelik bir haber ya da bir tür fanteziymiş gibi günlerce çevire çevire yayınlayıp insanın midesini bulandıran görsel medyanın da bu konuda en ufak bir yardımı olacağına inanmıyorum. Tüm bunlara rağmen neden size yazıyorum? Çünkü bütün bu şiddet çemberinin içinde, kadın, erkek ya da çocuk, bu suça maruz kalan her kimse konuşmaya, anlatmaya cesaret bulsun, birilerinin onu değil; bunu ona yargılayacağını bilsin diye yardım edebilirsiniz diye umduğum için yazıyorum.
Yaşanan örneklere ve bu örneklere verilen tepkilere, alınan kararlara bakarak yaşadıklarını sineye çekmenin daha kolay ve acısız olacağına inanmasınlar, haklarını arayabilsinler, seslerini çıkarıp bunu yapanı bağırabilsinler diye. Sonuçlarından kendilerinin değil suçluların zarar göreceğini bilsinler, adalete ya da polise güvensizliklerinden kendi kendilerine eziyet etmeye devam etmesinler diye. Siz Fatma Şahin, bir kadın, bir anne ve bir bakan olduğunuz için ve ben de bir kadın olduğum, bu ülkede yaşadığım ve artık bunlara katlanamadığım, kabullenemediğim için yazıyorum.
Ve bu ülkede yaşayan kadınların artık kendilerine yapılacak herhangi bir şiddet karşısında önce kendilerini suçlamalarını istemediğim ve kimsenin de önce onları suçlamasını istemediğim için yazıyorum. Medyasından polisine, savcısından hakimine kimse ellerini ovuşturup kurbanın üzerine çullanmayı yani işin kolayına kaçmayı seçmesin; herkes ortada ki suçun ağırlığını kabul edip ona göre davransın ve adalet sağlansın istediğim için yazıyorum.

Saygılarımla







5 Ekim 2011 Çarşamba

BARİKA'NIN ÇORAPLARI, YENİ SEZON, 1.BÖLÜM




Geçmiş sezon özeti için bkz: http://barikaninkuyusu.blogspot.com/2011/09/pirigvisli-on-barika.html?spref=bl

Kahramanımız, geçmiş sezonu arkasında bırakıp yeni maceralara atılmaya hazır bir haldeyken İzmir de örülmeye başlanan çorabın da adı konmuştur: çivi. Daha öncekilerden farklı olarak bu sefer çorabı başına tam olarak saramamıştır çünkü “çivi” nin sevgili vardır. Adamdan neredeyse hoşlanmışken bir de bununla karşılaşınca; Tanrı’nın kendisine yardım mı ettiğini yoksa ceza mı verdiğini bir türlü çözemeyen Barika, “aman yarebbim, işte aradığım adam” cümlesini kurmak bir yana aynen gerisin geri yutar. Buna rağmen bir türlü elini ayağını da “çivi” den çekememekte ve “en azından arkadaş olalım bare” ye doğru sürüklenmektedir. Kararsızlık içinde kıvrandığı bu zaman dilimi içinde bir akşam vakti işyerinden çıktığı sırada şüpheli bir şahsa rastlar. Kolunda ki dövmesi ve açık kumral saçları dışında eşgaline dair bir şey söyleyemeceği kadar az gördüğü bu adamın, konuşması ile beraber Barika’nın duyargaları da açılmıştır. Adamın sesine “hasta” olan kahramanımız; keşfi açılmış Kolomb gibi sağdan soldan yeni çorap adayları toplamaya başladığını henüz fark edememiş olduğu için bu şüpheli şahsı da takibine alır. Ancak kendisini bir daha göremez. Ne yerini ne yurdunu bilmediği bu bilinmez ve gizemli adamı bulabilmek için yakın arkadaşlarını ajan olarak göreve gönderir. Ama Pembe Panter’den bile yeteneksiz olan grup yaklaşık 2 hafta boyunca bi halt öğrenemez. Bu arada Barika, aynı zaman diliminde “çivi” yle buluşmayı başarır. Kısa ama verimli geçen görüşmeden sonra, onun gerçek bir çorap olabileceğini anlasa da peşini bırakmaz. İkinci buluşmayı da araya sıkıştırır. “bir daha da birinin terasına çıkarsam iki olsun” diye düşünürken düşündüğünü yalar ve “çivi” yle onun terasında buluşur. Fakat gece yarısı olmadan oradan çıkması ve başkente gidecek otobüse yetişmesi gerekmektedir. Bu yüzden hızla oradan uzaklaşırken hiçbir şeyini düşürmez, abartmayın.

2 hafta bittiğinde sonunda ajanları şüpheli şahsın bekar olduğunu öğrenebilmişledir. Hevesle sosyal medyadan kendisini bulmaya karar veren kahramanımız bütün bunlar yetmezmiş gibi metro çıkışında “güneş gözlüğü” ile karşılaşır. Hala uzun boylu olan “güneş gözlüğü” nü görmenin bünyede herhangi bir tepkimeye yol açmadığını şaşkınlıkla fark eder. Sonunda bunu atlatabilmiştir. Olanca ferahlaması ile oradan uzaklaşan Barika, iki gün sonra aldığı haberle yıkılacaktır: şüpheli şahsın sevgilisi vardır.

Acaba kahramanımız lanetlenmiş midir? Üzerinde ki bu laneti nasıl kaldıracaktır? “çivi” ile yeniden görüşecek midir? Hepsi bir sonra ki bölümde. Bizi izlemeye devem edin.

4 Ekim 2011 Salı

KIYMIK

Beyazla gri arası, yumuşak, kıvrım kıvrım sevgili beynimi iki avcumun arasına aldım baktım. Vıcık vıcık biraz, biraz sümüksü hatta süngerimsi, sevimsiz değil ama asla. Filler de mi ceviz kadarmış? Valla benimki nicelik olarak büyük olabilir ama nitelikte aynen ceviz kadar!
Tam da sağ lobunun kenarında duruyor kıymık. Yarısı içine batmış. Yumuşak ya, gömülü vermiş kolayca. Kendisini iki parmağımın -ki başparmağımla işaret parmağım olurlar- arasına kıstırmak suretiyle gömüldüğü yerden yavaşça çekip… Yok valla, hört dedim, çektim çıkardım! Çıkarmamla da incecik ip gibi kan fışkırması bir oldu. Ben de avcumu bastırdım üzerine. Parmak aralarımdan sızdı o da. Ama pabuç bırakır mıyım? İlk kıymık sanki batan. Bak bir etrafına da gör kendinden öncekilerin izlerini di mi? Aldım adi kıymığı, attım kenara. Üzülme sen e mi benim sünger beynim. Bak, geçti gitti. Bir şeycikler olmaz sana ben buradayken.





2 Ekim 2011 Pazar

KUŞ TÜYÜ

 

  Deniz kenarından midye kabuğu toplar mısınız hiç? (dur dur, sonbaharlı hüzün yazısı falan yazmayacağım, sakin) Ben toplarım. Hala... Zaten ta çocukluğumdan kalma bir "yolda bulduğunu yol" hareket tarzım var ki hoş değil. Elimi yüzümü ve dahi üstümü başımı çok fena batırırım.
Hani bahsetmiştim ya, ben bir sahil kasabasında büyüdüm, Batı Karadeniz de. Babam asker benim, askerdi, emekli oldu muhterem. Bizim kaldığımız lojmandan babamın çalıştığı yere (neyse artık oranın asıl adı bilemem ama biz Radar derdik) bir patika giderdi. Yokuş yukarı. O yolun iki yanı alabildiğine böğürtlen çalılarıyla doluydu. Şunca ömrümün o kadar yılında yediğim böğürtleni bir daha yemedim. Daha acısı ben son 2-3 yıldır hiç böğürtlen yemedim. Hani şu pastanelerden alınan yalancıktan böğürtlenli pastaların üzerinde ki dondurulup çözülmüş neo-böğürtlenleri saymıyorum. Neyse işte, o böğürtlenleri o dallardan koparabilrmek için yolun iki yanında ki çukurlara girmeniz, elinizi çalılara daldırmanız, olmuşunun rengi laciverde dönmüş böğürtlenleri koparacağım derken sıkıp suyunu sıçratmanız, üstü başı boyamanız, yerken her yeriniz yapış yapış olduğundan birde toza bulanıp resmen çamur olmanız gerekir. Böğürtlen öyle yenir! Hanım evladı gibi tabağa koyup kaşıkla yiyecek haliniz yok herhalde.
O Radar ın hemen aşağısında küçük bir plaj vardı. Hemen aşağısı dediğime bakmayın, abartısız yüzlerce basamak merdivenle inilen bir plajdı. Sadece asker yakınlarının kullanabildiği, özel minik bir koy gibi. Radar tam tepede olduğundan o rakımı sıfırlamak; baya bir basamak alıyordu tabi...
Ben bir de kuş tüyü toplarım. Kitaplarımın, defterlerimin arasından çıkıverir topladığım tüyler. Siyah,beyaz, gri... Ya neden iğrenç olsun, mikroplu olsun, abartmayın! Kuş o uçanlar, mutasyon geçirmiş canlılar değil! Ne zaman yürürken yerde böyle uzun, parlak, düzgün kuş tüyü görsem, eğilir alır, saklarım. Çantamda ki kitabın arasına koyarım. Orada kalır öyle... Bu aralar her yerde var tüyler. Kuşlar göçüyor ya, bir hızla giderlerken düşürüveriyorlar, almıyorlar da, bana kalıyor.