25 Mart 2012 Pazar

BİGA

Her geçen gün biraz daha yakınlaşıyorduk. Salt yatılı okulun yalnızlığından değil; aynı zamanda ikimizin de ayrı ayrı tuhaf olmasından. Ben; yabani, kaba, nerdeyse nobran, vurdumduymaz bir çocuktum. Biga ise fazla naif, fazla merhametli ve bazen aptallık derecesinde saf bir çocuktu. Bu zıttın da zıttı iki kutuptan insan, ancak birbirinin yanında eksiklerini kapatabiliyordu. Sanırım… Sanırım o yüzden zaman içinde bu kadar yakın olmuştuk. Benim kırıp döktüğüm insanları O toparlarken; onu kırıp döken insanları da ben dağıtıyordum.


Bizim Kız Lisesi öğrencilerinin en büyük zevklerinden ve eğlencelerinden biri de Atatürk Erkek Lisesi’nin öğrencileriydi. Sene içinde ki bayramlarda düzenlenen dans organizasyonları için eşli seçmeler yapılacağı zaman okulda yer yerinden oynardı. O lanet, şirret ve çirkef kızlar; bodur boylarına, koca kalçalarına bakmadan…tamam, tamam sinirlenmiyorum. Neyse işte… Demem o ki, baya bir olay olurdu bu seçmeler. Benim oldum olası böyle şeylere ilgim yoktu. Kalabalık içinde kalmaktan nefret ettiğim kadar kalabalık önünde olmaktan da nefret ederdim. Şimdi düşünüyorum da ben o yaşlarda ne kadar çok şeyden nefret ederdim. Sesi soluğu çıkmadığı için Biga’nın da bundan hoşlanmadığını düşünüyordum. Ha, evet özgüven problemini ve utangaçlığını hesaba katmam gerekirdi ama nedense o zaman için, sadece onun da benim gibi hoşlanmadığını düşünmek bana daha kolay gelmişti.

Bizim mezun olacağımız sene iki okulun mezuniyet gecelerinin birlikte yapılmasına karar verildi. İnfiali hayal edebilirsiniz sanırım. Ne ediyorsanız onu ikiyle çarpın! Bu kadar hatuna bir anda birden çok erkek göreceklerini söylemek; okuldan içeri napalm bombası atmakla aynı etkiyi yapmıştı çünkü! Bu duyurudan sonra sınıflarda işlenen hiçbir ders öğrencilerin umurunda olmadı. Daha ziyade sıra altlarında, elden ele geçirilen dergilerde ki saç modellerini, elbiseleri, ayakkabıları incelemekle meşguldüler. Öğretmenlerin bir kısmı bu açıklama yüzünden müdüriyete ateş püskürürken, bir kısmı da ciddi ciddi öğrencilere yardım ediyorlardı. Kuaför tavsiye edenler, terzi önerenler, ojesinin rengi için fikir verenler hatta daha da ileri gidip kendi mezuniyet resimlerini getirip örnek gösterenler. Ah Muazzez hanım ah…

Bir öğlen arasında yemekte, yan masada oturan kızın heyecanlı heyecanlı saçlarını nasıl bukleleştireceğine dair anlatımını dinlemek zorunda kalmamızı elimde ki çatalı tepsime vurarak protesto ediyordum. Ediyordum ama kafamı kaldırdığımda gördüm ki Biga benimle değildi. Yani vücuden benimleydi ama aklen kızın yanındaydı. Kafasını kıza çevirmiş, bir elini çenesine dayamış, diğer elinde ki boş çatal ağzının kenarında takılı kalmış bir halde melül melül ona bakıyordu. Elimde ki çatalla kolunu dürttüm, bana mısın demedi. Bir daha dürttüm, yine ses yok. “Biga?” dedim. Nafile. Artık ne yapayım, çatalı kolunun beyaz etine batırıp “kızım huuu, kime diyoruz?” dememle yerinde sıçraması bir oldu. Neredeyse korku dolu gözlerle bana döndü. Sanki onu cebimden bir şey çalarken yakalamıştım.

- Neyin var senin? Dedim.

- Hiç, dedi. Ama derken tek eliyle turuncuya çalan saçlarını kulağının arkasına itiyordu ki bu Biga’nın yalan söylediği anlamına gelirdi.

- Uydurma bana, ne oldu söyle yoksa valla çatallarım!

- Ya, yok bir şey. Hem ben doydum, yatakhaneye gidiyorum, deyip tepsisini masadan aldı. Sonra da gerçekten masadan kalkıp gitti.

Elimde çatalla öylece kalakalmıştım. E ama şimdi bu neydi? Bende tepsimi alıp yerimden kalktım, yemekte verilen elmayı cebime sıkıştırıp, peşinden yatakhaneye gittim. İçeri girdiğimde Biga, ranzasına yüzüstü uzanmış, yüzünü birleştirdiği kollarına dayamış, bizim pencereden görünen çınar ağacına bakıyordu. Yavaşça yanına yaklaştım ki normalde yatağına zıplar, tepesine tüner, o bembeyaz teni domates gibi kızarana kadar gıdıklardım ama o anda ben de bile bunu yapacak cesaret yoktu.

- Biga, dedim yavaşça.

Yüzünü pencereden kazıyarak bana doğru döndü:

- Efendim?

- Neyin var senin?

- Hiç…

- Ya başlatma şimdi hiçine, fena olacak bak. Sanki seni tanımıyorum ben.

Tanıyordum hem de neredeyse üç yıldır. Ama bu üç yıl, her gün aynı ranzada altlı üstlü yatarak, aynı sırada ders dinleyerek, aynı masada yemek yiyerek geçen bir üç yıldı. Kendimden bile iyi tanıyordum Biga’yı. O da beni. Çayına kaç şeker attığını bilmek kadar kolaydı benim için onun bir şeye üzülüp üzülmediğini anlamak.

- O salak kızlardan biri mi sıktı senin canını?

- Yok, ne alakası var.

- Bak sinirlenmeye başlıyorum ama. Ne olduğunu anlatacak mısın?

Sesim giderek yükseliyordu ve o, benim sabırsızlığımı iyi bilirdi. Kısıktan da kısık bir sesle:

- Gece, diye mırıldandı.

- Hangi gece?

- Şu şey gecesi...

- Ne gecesi kızım?

- Şey işte.

Benim jeton biraz yavaşta olsa düşmeye başlamıştı ama hala anlamlı gelmiyordu.

- Mezuniyet gecesi mi?

Kafasını “evet” anlamında salladı.

- E ne olmuş mezuniyet gecesine?

- Gidecek miyiz?

Bunu sorarken yüzü, boynundan itibaren pembeleşmeye başlamıştı. Tek elimi belime koyup mümkün olduğunca sakin bir sesle:

- Valla bildiğim kadarıyla bir mecburiyetimiz yok, dedim.

- Ama gidecek miyiz?

- Bilmem, gitmek mi istiyorsun?

Pembe renk, kırmızıya dönmeye başlamıştı:

- Evet.

- Niye ki?

- Gelebilir belki diye dedim.

- Kim gelebilir Biga? Ay içim şişti yemin ederim!

- Turhan.

- Turhan kim?

Gerçekten hatırlamıyordum Turhan kim ama Biga’nın rengi son cümleden önce resmen turuncuya dönmüştü:

- Hani bilgi yarışması için gelmişlerdi ya, o Turhan.

O günden bir sene önce, bizim okulun da katıldığı bir liseler arası bilgi yarışması tantanası vardı. Sevgili Bigamız, okulun en zeki ve en söz dinleyen kızlarından biri olduğu için bizim takımdaydı ve finalde de karşılarına Atatürk Lisesi düşmüştü. Yarışmayı son soruda bizim kızın verdiği cevap sayesinde biz kazanmıştık hatta Biga, bir süre okulun en çok konuşulan kızlarından biri olmuştu. Bir süre dediğim sanırım iki gün kadardı çünkü araya hafta sonu girmişti ve herkes bambaşka başlıklar altında toplanacak dedikodularla okula dönmüştü. İşte bu Turhan denen çocuk, karşı takımın takım lideriydi. Sarışın, uzun boylu, dikkat çekici bir tipti. Öyle olmalı ki ben bile hatırlıyorum. Bir de yarışmanın sonunda Biga’nın elini sıkıp, onu tebrik ettiğini hatırlıyorum. Ondan sonrası yok. Yani en azından bende yok.

- Turhan mı? Şu sarışın çocuk mu?

- Evet.

- E ne işin var ki senin onunla?

Evet, bu saçma soruyu ben sordum. Aslında istediğim şey onun ağzından gerçekten ne istediğini duymaktı. Eziyet olsun diye yapmıyordum, kendi aklımca ona yardım etmeye çalışıyordum. O kadar içine kapalı ve ketumdu ki; onu dürtüp rahatsız etmedikçe bir şey anlatmazdı. İşte, o günden beri Turhan’ın aklında olduğunu bile bir yıl sonra öğreniyordum.

Ne yapmaya çalıştığımı anladığı için, derin bir nefes aldı. Bana yalan söylemezdi, ona kimseye güvenmediğim kadar güvenirdim. Ben de bir tek ona yalan söylemezdim. Yüzüme baktı:

- Ben, onu görmek istiyorum, dedi.

Bir elim hala belimdeydi ama yüzüme yayılan gülümsemeyi bastıramamıştım. Elimi ranzanın demirine koydum:

- Vay vay vay, bak sen! Ne zamandan beri görmek istiyorsun?

- Sana söyleyecektim valla, ama işte…

- Ama ne?

Zorluyordum, farkındaydım.

- Yapamadım.

Yüzünü yeniden cama çevirdi; yavaş yavaş rengini geri alıyordu. Bana bakmadan sordu:

- Peki, gidecek miyiz?

Kahkahamı tutamamıştım. Karnımı tuta tuta gülerken o da şaşkınlıkla bana bakıyordu.

- E ne yapalım, dedim nefes alırken. Şu haline bak, gitmezsek ince hastalığa falan tutulursun sen.

Çarpık çurpuk gülümsedi bana.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder