16 Mayıs 2012 Çarşamba

LEYLEK LEYLEK HAVADA

 

 Bundan birkaç hafta önce İzmir’de arabada giderken havada 3 tane leylek gördüm. Üç tane… Havada… Görünce hemen kafamı çevirdim ama çok geçti, görmüştüm. Ya ben leyleği havada görmeden bu haldeyim bir de üçünü birden havada görünce ne olacağım acaba? Seyyah mı? Ben zaten bu evi barkı kapatıp toptan gideyim. Ya da birilerine kiraya falan mı versem acaba?

Geçtiğimiz iki ayın yarısından çoğunda eve gir(e)memiştim hatırlarsanız. Giremediğim de iyi olmuştu çünkü o zaman diliminde evde oturmaya, kalmaya, geceler boyu gözümü kırpmadan beklemeye artık daha fazla tahammülüm kalmamıştı. Ve ben evde olduğum her gece aynı teraneyi tekrarlıyordum manyak gibi! Neden; benim takıntılı ve “taş” kafam, bir şeyleri anlayamadığı, kabul edemediği her zaman olduğu gibi tırmalayacak et kalmayıncaya kadar tırmalamadan bir şeyleri atlatamadığı için. İşte bu yüzden kendimi yollara vurmam iyi oldu diyorum hatta nefis oldu! Vücut her şeye rağmen ayakta kaldı ama kafa darmadağın oldu. En son bir hava alanında balatalar yandı.

Şimdi durum biraz daha farklı. Hayatımın net bir “dank” sesiyle aydınlandığı, kafamı yerden kaldırıp etrafıma bakmaya başlayabildiğim, gece saatler 12 yi gösterdiğinde yatağa girip uyuyabildiğim, açık balkon kapısından giren rüzgâra aldırmadığım, canım yanmadan saate bakabildiğim, uzun bir aradan sonra ağlamadan Zeki Müren dinleyebildiğim bir zaman dilimindeyiz. (ama hala Jülide Özçelik’ten Gönül Dağı’nı dinlemeye cesaretim yok) Yani nefes alabiliyorum. Gerçekten! O koca totolu, koca ağızlı Gergedan çekti gitti. (size bu haberi böyle bir yazı arasında vermemi beklemiyor olabilirsiniz ama işte, öyle gelişti ve çok hızlı gelişti) Her zaman ki gibi o hantal gövdesinden beklenmeyecek bir sessizlikle gitti. Ve her zaman ki gibi kalktığı yerde bir çukur bırakarak gitti. Ama gitti! Patlatın bakayım şampanyaları! (Hayatımda ilk şampanyayı bir uçakta, ikincisini ise hava alanında içmiştim ben ya. Ama üçüncüsünü hala içmedim. )

Buraya nereden geldik; şuradan: bu sabah önümüzde ki bir buçuk ayın planına bir baktım ki; Allah o leyleklerin!.... İstikametleri bilahare konuşuruz, yine çeşit çeşit maşallah. Abbaslık baki bende, anlaşıldı. Ama “şikâyetin var mı” derseniz, yok. İyi ki var bu Abbaslık serde, yoksa benim balatalar o hava alanından çok ama çok önce yanardı. Frenlerin uzun zamandır tutmadığını bilmeyen yok zaten. Hatta bazıları fazla iyi biliyor çünkü tutmayan frenlerle onlara tosluyorum. Yazık onlar da benimle beraber yuvarlanıyorlar. Gerçi sonradan kalkıp üstümüzü başımızı silkeleyip kalkmakta baya başarılıyız bence. Hem ben, hem onlar.

Tek üzüldüğüm, bir şeyler uğruna başka bir şeyleri feda etmek zorunda kalmak. Her şeyi aynı anda alamazsınız, her şeye aynı anda sahip olamazsınız evet, biliyorum. Zaten bunu denemiyorum bile. Ama kalması çok daha önemli olan hatta kalması gereken şeyler de gidenlerle beraber gidiyor ya, ona üzülüyorum. Ben ne çok vurdumduymaz, ne çok rahat ne de çok gerçekçiyim. Ben sadece bazen “ya hep ya hiç” demekte zorlanan biriyim. Çünkü ben kısalan değil, kısalığını anladığım ömrümde bugüne kadar sadece iki kere “hiç” dedim ve o aşamaya gelmenin ne olduğunu çok iyi bilirim. Gelmeyin, gelmeyelim.

Demem o ki canlarım, bu hafta sonundan itibaren rahat bir bir buçuk ay daha yollardayız. Aralarda eve uğrarız tabi ama çok da kalmayız. Evde olduğumuz her an da ya balkondayızdır ya da balkon kapısında. Biz kim miyiz? Biz işte, ben ve benim telaşlarım, yorgunluklarım, argınlıklarım, arsızlıklarım, özlemlerim, saçmalıklarım hatta baya saçmalıklarım. Hep beraber…


Muhatabına not: Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf”unu okumalısın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder