29 Aralık 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: PATATESİME...

Barika'nın kuyusu: PATATESİME...: Her sene olduğu gibi bu sene de bir eski yıl muhasebesi - yeni yıl beklentisi tadında bir şeyler yazacağım evet ama önce, hepsinden ayr...

PATATESİME...



Her sene olduğu gibi bu sene de bir eski yıl muhasebesi - yeni yıl beklentisi tadında bir şeyler yazacağım evet ama önce, hepsinden ayrı, yazmak istediğim bir şey var.

Her yıl biterken "ulan ne biçim yıldı", "ulan ne bitmez yıldı" diye söylenir dururuz. Bundan önce yazdığım son yıl yazılarına şöyle bir baktım da (merak edenler için : http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2010/12/ikibinon-ve-bir.html

http://barikaninkuyusu.blogspot.com.tr/2013/12/yine-yeni-yil.html )

tuhaf şeyler yazmışım. Sanki normalde normal şeyler yazarmışım gibi... Ama canı sağolasıca hayat, bu sefer bana resmen sağ gösterip sol vurdu. Sen misin mır mırlanan her sene "bu sene de bididididididi" diye; al bakalım cinsinden öyle bir sopa salladı ki; ne ağız kaldı ne burun. Buyrun bu yüzyılın her hali ile en kötü senesine...

Bilmem kaç milyar yaşındaki dünyamız, kendi ekseninde sıradan berbatlıkta bir seneyi daha devirirken benim kendi eksenim biraz kaydı. Yazın tam ortasında eğrildik orta yerimizden, sonra da çıt diye kırılıverdik.

Yokmuş gibi yaptığım, yok saydığım, yok sandığım, yok olsun istediğim zamanlar çok. İçine düşersem boğulurum diye korkumdan eğilmediğim, kenarında oturup izlediğim zamanlar da. İnancımın sarsıldığı ve bazen de cennetin varlığı için var gücümle kendime kanıt aradığım zamanlar az değil. Elimin telefona gittiği, bir şey sormak ya da söylemek isteyip yutkunduğum zamanlar da.

Şairin dediği şimdi çok daha anlamlı: "Ölüm Allah'ın emri; ayrılık olmasaydı..."

Kurulan okey masaları, mandalinalar, küçük müçük de olsa hediyeleri sevmen, bir kadeh şarabı neredeyse bir saatte içmen, tombalada yaptığın çinkolar, telefonda bana "yılbaşında gelsen ya" demen, onca misafire her ahvalde onca çeşit yemek hazırlayabilmen, çay servisini de hep bana yaptırman...

2015'e giriyoruz Anoş... Sensiz ilk yılbaşımız. Sensiz bir çok ilk ve dahi bundan sonra sensiz olacak diğerlerine öncü. Vermek üzere olduğum ve verdiğim ama asla pişman olmadığım tüm kararlarda aklımdasın. Çantamda da kehribar rengi tesbihin var.

İyi yıllar patatesim...

Not: Kışlık olmasın diye gidip de çok sevdiğin Dalyan'dan bi foto koydum Anoş, mayolu falansın ama idare et artık...


 

22 Aralık 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: İNSAN SARRAFI

Barika'nın kuyusu: İNSAN SARRAFI: İnsan tanımakta ne kadar başarısız olduğum ve hızlı karar vermekle ilgili bir sorunum olduğu başımdan geçen berbat evlilikten belliydi. ...

İNSAN SARRAFI


İnsan tanımakta ne kadar başarısız olduğum ve hızlı karar vermekle ilgili bir sorunum olduğu başımdan geçen berbat evlilikten belliydi.

Yirmi beş yaşın verdiği heyecan ve "ne yapıyorum ben" sorgulamasını sağlaması gereken hücrelerin (ve tabi beyin hücrelerimin) eksikliği nedeniyle hepi topu üç aydır tanıdığım adamın evlilik teklifine "evet" deyivermiştim.
Sonradan kendime itiraf etmek zorunda kaldım ki; sadece sevişebilmek için evet demiştim. Neticede ailemle yaşıyordum, adama karşı o zaman aşk sandığım ama sonradan sadece bildiğin çekim olduğunu anladığım bir şeyler hissediyordum ve bu uzak duramama, dokunmadan duramama, öpmeden duramama, daha fazlasını isteme problemimin tek çözümü evlenmekti. Ki yine sonradan fark ettim ki o da bana sırf benimle sevişebilmek için evlenme teklif etmişti.
Ülkemizdeki cinsel tabuların hayatımı nasıl mahvettiğine dair bir şey anlatmaya çalışmıyorum; otuzundan önce hissedilen pek çok şeyin ağırlıklı olarak hormonsal olduğunu ve çok ciddiye almamanız gerektiğini anlatmaya çalışıyorum.
Neyse, sonuçta ben yirmi beş, o yirmi beş, iki yeni mezun, iş hayatında acemi, aklı bir karış havada şahıslar olarak ailelerimize bile haber vermeden gidip belediyeden gün aldık. O kadar emindim ki doğru bir şey yaptığımdan, en ufak bir vicdan muhasebesi dahi yapmıyordum. Dahası ailem de zerre kadar umurumda değildi. Kabul etmeyip te ne yapacaklardı? Çocuk değildim ben artık! Kendi kararlarımı verebilecek yaştaydım.

Hadi oradan!

Düğün yapmadık dersem sanırım şaşırmazsınız. Ben, damat, iki arkadaş. Nikah memuruna evet derken kalbim çatlayacak sandım. Sonra aynı hissi bir de hakim, boşandığımızı ilan ettiğinde yaşamıştım...
Film gibi (en yalın tabiriyle) geçen bir aydan sonra yokuş aşağı inmeye başladık. Ev tutmak, fatura ödemek, eşya almak, hesap yapmak, hesap sormak, alan daraltmak, daralan alanda hareket etmeye çalışırken birbirine çarpmak ve yaralamak... Bunlar o kadar hızlı oldu ki daha tuttuğumuz eve tam yerleşememişken ayrılmaya karar verdik.
Uzatmayalım, zaten güzel bir hikaye de değil. Travması bir zaman sürdü, yeniden kendime güvenmek vakit aldı ama en sonunda her şey bittiğinde bunun da düşünerek hareket etmek üzerine bir ders olduğuna karar verdim.

Hadi oradan!

Ders tabi ama alırsan! Yahu başından bunu bir kere geçirmiş bir insan bu konularda akıllanmaz mı? Bir durup düşünmez, tartmaz mı? Her yeni tanıştığımız adamın peşinden gözü kapalı gideceksek halimiz nice olur? Şöyle olur; kendini bir çukurun dibinde yatar bulursun!

 Zaten barda tanışılan bir adamla bir geceden fazla geçirmemek gerektiği yıllar içinde bir çok insan tarafından ispatlandı. Buna ben de dahil. Manyak mıdır, fetiş midir, sosyopat mıdır, psikopat mıdır bilmezsin; o kadar alkolle Karındeşen Jack gelse adam sanırsın, peşinden gidiyorsun. Hadi bir kere gittin diyelim ikinciye neden gidiyorsun? Hadi ikinciye de gittin niye orada kalıyorsun? Hadi kaldın diyelim kapıyı üzerine kilitleyip çıkınca neden pencereden kaçmıyorsun? Basiretin bağlanmış gibi adam geri gelene kadar o evde kalınır mı? Tamam, binanın beşinci katında olabilirsin ama en azından pencereyi aç da bir bağır, bir şey yap di mi? Çok mu önemli tanımadığın bir mahallede rezil olmak? "Olmaz, otuz yaşında kadınım, bununla baş edebilirim, sakin kalmakta fayda var" diye kendini telkin edeceğin yerde sakin falan kalmayıp ortalığı ayağa kaldırsaydın bugün bunları konuşuyor olmazdık. Ya da herkes beni konuşuyor olmazdı...

Hastanenin en çok güneş alan odasının önünde fotoğrafçılar ve muhabirler var. Hastabakıcım ve hastanenin güvenlik memurları onları çıkarmak için son on dakikadır dil döküyor. Çok da fotoğrafı çekilecek bir halim yok aslında. Vücudumun dörtte üçü sargılı. Yüzüm, ellerim ve ayaklarım dışında görünen yerim az, aslında şu anda hareket eden yerim de baya az... Yine de beni zamanında buldukları için şanslıyım.
Doktor son durum hakkında bilgi vermeye gelmeden odanın önünü boşaltmazlarsa iyi bir azar yiyecekleri kesin. Yani beni düşündüklerinden değil bu çaba.

Doktor demişken; doktorum çok tatlı bir adam. Gür kahverengi saçları, yeşil gözleri ve insana güven veren bir sesi var. Tıpkı yabancı dizilerdeki doktorlar gibi... O kadar şefkatli ki; bu dünyada kimseye zarar verebileceğini sanmıyorum. Dün beni kontrole geldiğinde yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı muayene boyunca. İster istemez ben de gülümsemeye başladım. Son muayene normalden uzun sürdü. Sonra tam çıkmadan önce elimi sıktığında sanki üzerimden bin voltluk elektrik akımı geçmiş gibi geldi bana.
Evet, insan sarrafı sayılmam ama bu adam farklı, hissediyorum...





Hadi oradan!







 

18 Aralık 2014 Perşembe

MUHASİP

Baştan konuşalım, sonra söylemedi demeyin:

Bir şey yapmak üzereyim, bir şey de yaptırmak üzereyim, bir de bana bir şey yapmak üzereler.
Şimdi söylemiş mi oldun diyorsunuz ama her şeyi açık açık anlatırsam buraya ne yazacağız sonra? Ha? Di mi...
İnsanlığın benden geniş beklentileri var belki (obsesifmakinist'ten inciler) ve ben de adım atmak üzereyim (belki) ama bu hakikaten ayrı bir hikaye ki nasıl anlatacağımı da vallahi bilmiyorum. Geçelim.

Baya anlaşılmaz bir girizgah oldu; toparlayalım.

Hayat son zamanlarda alabildiğine ağırdan alıyor. Biliyorsunuz (ya da ben öyle varsayıyorum), zaman geçmiyor. Geçmemek için ayak diriyor hatta utanmaz! Hep böyle değildi tabi... Yirmi beşimden otuzuma geldiğim arayı hatırlamıyorum, her viski içişimde yaşadığım kısmi hafıza kaybı gibi, hep bölük pörçük anılar. Otuzumdan otuz üçüme geldiğim ara biraz daha net. Farkındalık da doğru orantılı olarak artıyor galiba yaşla beraber. Amma velakin bu otuz üç var ya...
Yılbaşına on gün kala, bitmesi için en çok dua ettiğim yıl bitmeden önce bir kere daha fark ettim (dedim ya farkındalık) ki zaman yavaşladı. Belki de sadece bana yavaşladı... Onca itelememe, ötelememe rağmen ilerlememekte direndi, direniyor.
Bazı günlerim yirmi sekiz hatta otuz beş saat falan. Ve bazı haftalarım dokuz gün... Bak şimdi de bakıyorum, bugün daha Perşembe. Nasıl yahu?

Çok rüya görüyorum. Eskiden görmediğim kadar ve çocukluğumdan daha fantastik. Her rüya uyanılan sabahı ağırlaştırıyor. Bazen çok eskilerden bir ses geliyor ve ben daha bugünü toparlayamamışken geçmişe doğru bakıyorum bir de.

Hayal kırıklığı açısından zengin bir yıldı. Son ana kadar bekletti beni iyi bir şey için. Hala da bir şey vermiş değil sağ olsun ama şimdi beni bir kıyıya getirmiş gibi hissediyorum. Bir şeyler çatırdayıp ortasında yeni bir şeyler açılacak gibi. Kendimi hiçbir konuda beklentiye sokmamayı bana kafama vurarak, ağzımı burnumu dağıtarak ve saçlarımdan çekip... neyse, kısaca gayet güzel öğretti hayat. Bu bir his sadece. Çıkar çıkmaz, Tanrı bilir. Neticede altıncı hisleri yeterince güçlü bir insan olsaydım bu blogdaki yazıların yüzde altmışı olmazdı.

Yani sayın okuyucular, elbette ki her yeni yıl gibi bu yıl biterken de bir muhasebe yazısı paylaşacağız sizinle o ayrı; bu daha ziyade bir iç muhasebe yazısı oldu. Birkaç sabahtır bana kendimi bir nebze daha iyi hissettiren bir takım duyumlar ve tadımlar (anlayana) neticesinde yazıldı; ilerleyen zamanlarda tasdik amaçlı geri döner bakarız.

Hadi öptüm sizi, ben Hatay'a künefe yemeye gidiyorum.

 

15 Aralık 2014 Pazartesi

DEFTER



Yazmayayım diyordum aslında ama galiba yazacağım. Bu saçma oldu; şu anda baya yazıyorum.

Genelde kapanan defterlerin bir daha açılması hayra alamet değildir. Neticede o defter kapanmışsa bir sebepten kapanmıştır değil mi? Misal; yazacak yer kalmamıştır.
O kadar çok şey söylemiş, o kadar çok yerini karalamışsınızdır ki artık değil kelime tek bir harf dahi yazacak yer kalmamıştır. Hal böyle olunca da o defter kapanır. Açmaya kalkarsanız bulacağınız şey de tam olarak bıraktığınız şey olacaktır.
Tamam diyelim ki ilk sayfadan açtınız. Düzenli, güzel ve özenli bir el yazısı. Harfler gevşek gevşek yayılmışlar. İki "a" nın sığacağı yerde bir "i" yatıyor falan. "y"lerin, "g"lerin kuyrukları uzun uzun kıvrılmış. Böyle dans eder gibiler, hatta vals yapar gibi.
Defterin ortalarına doğru yazılar hızlanır, sayfalar geçtikçe harfler birbirine yanaşır, sokulur. İç içe geçerler. Hikayeler derinleşir. Mevzular uzar. Yazı artık süslü değil sadedir. Harfler kesindir. Net çizgiler çekilir. "a" lar serttir.
Bir yerden sonra cümleler uzamaya başlar. Bitmeden, bütün bir sayfa sürebilen cümleler yazarsınız. Bir türlü sonu gelemeyen cümleler... Noktalama işaretlerinden noktalayanlar hiç kullanılmaz; varsa yoksa virgüller noktalı virgüller. Hep bir sıralama, açıklama çabası.
Ve ünlemler başlar. Soru işaretleri. Cümlelerin boyu kısalır, sesi yükselir. Harfler o tatlı tatlı dizilimini kaybeder, kargacık burgacık bir hal almaya başlar. Sayfaların azaldığını fark edersiniz. Oysa daha bitmemiştir yazacaklarınız. İyice sıkıştırırsınız sığsınlar diye. Sanki hepsi yazılmak zorundaymış gibi ya da yazmazsanız olmazmış gibi yazar da yazarsınız. E buna can mı dayanır; defter biter.
Defterin bittiği yerde hikaye de bitecek diye bir kural yok. Yeterince iyi bir anlatıcıysanız hikayeyi sonlandırmış olabilirsiniz tabi ama bazen siz daha bitirmemişken bitiverir.
Ben çok iyi bir anlatıcı sayılmam. Başkalarının hikayelerini yazmakta iyiyimdir ama kendi hikayelerimde hep fazla uzatırım. Söyleyecek milyonlarca şeyim var gibidir ve her defter buna uygunmuş gibi davranırım. Yüzlerce sayfalık hikayelerimi seksen sayfalık tek ortalı harita metod defterine sığdırmaya çalışırım. Ben hep roman yazmak isterim ama romanlar, not defterlerine yazılmaz...
Ne diyorduk; hah, eski defterleri açmanın kimseye bir faydası yok. Yeni bir hikayeniz varsa, yeni bir defter lazım. Eski hikayelerinizi farklı şekilde yazacaksanız yine yeni bir defter lazım. Yeni yıl geliyor; herkese yeni bir defter lazım...
 

5 Aralık 2014 Cuma

Barika'nın kuyusu: BU BİR HİKAYE... Mİ?

Barika'nın kuyusu: BU BİR HİKAYE... Mİ?: Birbirimize "tabi o kadarı olmaz da" dediğimiz zamanları dün gibi hatırlıyorum. Alkol alımının gece saat ona kadar kısıtlanmasına...

BU BİR HİKAYE... Mİ?

Birbirimize "tabi o kadarı olmaz da" dediğimiz zamanları dün gibi hatırlıyorum. Alkol alımının gece saat ona kadar kısıtlanmasına o kadar söylenmiştim ki; bundan bir kaç sene sonra satımının tamamen yasaklandığında göreceğimi bilsem belki sesimi daha fazla çıkarırdım. Ama dedim ya; biz sürekli birbirimize "yok artık, o kadarını yapamazlar" deyip duruyorduk.
Alkol zaten asla ana gündem maddesi değildi, o daha çok yaşayan güruhlardan birini diğerine "haramkar" ve "günahkar" göstermek için bir tuzaktı. Nefreti körüklemek için, hasedi arttırmak için, kötülemek, karalamak, çamurlamak için. İşe de yaradı. Birbirimizden nefret ettik.

O kadar hızlı kabul oldu ki yasalar, kararlar, kararnameler ve o kadar hızlı günah oldu ki bazı şeyler; yetişemedik. İtiraz eden dinsiz oldu; dinsiz olmak bu ülkede en büyük suç oldu. Neye inanacağınıza siz daha ana karnındayken karar verdi devlet ve anaokulundan itibaren size bunu dikte etti. İnanmamak ya da kendinizce dininizi yaşamak, mezhebinize göre oruç tutup namaz kılmak diye bir seçenek kalmadı. Çünkü Sünnilik dışında tüm mezhepler yok sayılabilmesi için yok edildi.

Karma eğitim, kız erkek ayrılmalı konuşmalarından yaklaşık iki sene sonraki eğitim yılında bitirildi. Kız çocuklar için zorunlu eğitim dört yıla düşürüldü; evden eğitim için gönüllü, okula göndermeye durumu olmayan ailelere kız çocuk başına gerekli meblağın aylık olarak ödenmesi gündeme geldi. Erkek çocuklar için zorunlu eğitim 4+4+4 olarak bırakıldı. Din eğitimi anaokulundan itibaren zorunlu hale getirildi. Ortaokuldan itibaren ise Arapça zorunlu ders olarak veriliyor. Üniversitelerde kız ve erkek öğrenci kontenjanlarına farklı katsayılar getirildi.

Bundan yaklaşık bir buçuk sene sonra ise kadınların çalışmalarının eş veya baba gibi aile büyüklerinin iznine tabi olması seçeneği gündeme getirildi.

Devlet Opera ve Balesi, geçen sene perdelerini kapattı. Özel tiyatroların çoğu ya iflas etti, ya getirilen düzenlemeler nedeniyle kapanmak zorunda kaldı. Şehir Tiyatroları sadece üç büyük şehirde kaldı ve senelik oyun sayısı sınırlandırıldı. Oynanacak oyunların atanan bir sansür kurulu onayından geçmesine karar verildi.

Emniyet güçlerinde yapılanmaya gidildi. Polis teşkilatının yetkileri yeniden düzenlendikten sonra Özel Güvenlik Kolu adı altında sokak devriyesi yapacak, sokaklarda ve şehirlerde asayişi düzenleyecek, gerekli kuralları uygulayacak bir birim daha yaratıldı. Bu birime olası şüphe durumunda tutuklama yetkisi, ahlaksızlık, hırsızlık, zina vb suçlarda müdahale yetkisi verildi.
Bahsi geçen zina, hırsızlık suçları gibi suçların cezaları kanunlarda ağırlaştırıldı. Dini nikah, resmi nikahla birlikte zorunlu hale getirildi. Dini ve resmi nikah olmadan birlikte yaşama; zina suçu kapsamına alındı ve cezai müeyyide uygulanmasına karar verildi. Nikahsız çocuk sahibi olmak ise ahlaksızlık suçu olarak addedildi ve yaptırımı hapis cezasına dönüştürüldü.

Üçüncü havaalanı açıldıktan sonra ikinci havaalanına dönüştü çünkü Atatürk Havaalanı uçakların rotalarındaki sapmalar neden gösterilerek kapatıldı. Havaalanının bulunduğu arazi, yabancı bir şirkete satıldı daha sonra İstanbul'un en büyük yaşam sitesi ve AVM'si bu alana inşaa edildi. Üçüncü köprü bittikten sonra da İstanbul'un trafiğinde gözle görülür bir iyileşme olmadı ama İstanbul'un ikinci büyük yaşam sitesi de köprünün hemen ayağına inşaa edildi.

Taksim Gezi Parkı yıkıldı. Topçu Kışlası inşaa edildikten sonra Atatürk Kültür Merkezi de yıkılarak yerine Osmanlı mimarisi görsellerini taşıyan büyük bir AVM inşaa edildi. Asmalı Mescit mevkiindeki restoranların dışında Beyoğlu'nun genelindeki mekanlarda alkol satışı kaldırıldı.
Cumhurbaşkanlığı Sarayı'ndan sonra, Başbakanlık da 750 odalı konutu ile eski adıyla Atatürk Orman Çiftliği; şimdiki adıyla Ak Hadaik-i Hassa (Ak Saray Bahçeleri) 'ya taşındı.  

Sadece devlet erkanını koruması için ordu içinde Beyaz Üniformalılar adı altında özel bir birim kuruldu.

Twitter kapatıldı.

e-yasalarda internet kullanımına belli sınırlamalar getirildi. Pek çok siteye Türkiye üzerinden erişim engellendi.

Gösteri ve yürüyüş haklarını içeren yasada radikal değişiklikler yapıldı. Meydanların tamamı gösteri ve yürüyüşlere kapatılırken sadece şehirlerin kendi belediyelerinin yapacağı organizasyonlarda kullanılmasına izin veriliyor.

Bu bir hikaye, bu hikaye burada bitti mi? Bilmem. Başladı mı? Evet.


 

21 Kasım 2014 Cuma

Barika'nın kuyusu: ŞEYTAN DÜRTTÜ

Barika'nın kuyusu: ŞEYTAN DÜRTTÜ:        Bir gece önce elimde telefon, yatağın yan tarafında benim adam, uslu uslu yatıyorduk ki beni şeytan dürttü. Mübarek şeytanın ...

ŞEYTAN DÜRTTÜ



   
   Bir gece önce elimde telefon, yatağın yan tarafında benim adam, uslu uslu yatıyorduk ki beni şeytan dürttü. Mübarek şeytanın da (anlam kayması) gecenin o saati işi gücü yokmuş, geldi beni dürttü. “Bana baksana bi’ sen” dedi, “ne bu rahatlık?” Elimden telefonu bırakmadan “anlamadım” dedim. Daha da bir sokuldu bana, o kadar ki nefesi kulağımın içinde “tamam, belki üç yıl oldu yatağına gireli ama ne bu rahatlık, eminlik” Telefonu kucağıma koydum, neden emin olmayacakmışım ki dedim içimden kendisine. Pis pis sırıttı mendebur: “İnsanoğlu -ki yaratılışını bilirim sıpanın-  çiğ süt emmiştir, her an her şey beklenir”. Haklı, beklenir, insanoğlu bu; dünya üzerindeki yüzlerce canlının soyunun tükenmesinden sorumlu falan, sicili epey karışık.  “E ne yapacağız” dedim. Sanki kuyuya taşı atan kendisi değilmiş gibi “bilmem” dedi. Saat olmuş gecenin ikisi, tepemin tasını attırmaya mı geldi bu iblis derken hala kucağımda duran telefona baktım. Sonra benim adamın yattığı taraftaki komodinin üzerinden turan telefonuna. Bakışımı yakalayan şeytan yine pis pis sırıttı. Doğru yoldaydım (buradaki doğru baya görecelidir, üstüne varmayınız). Tabiri caizse horul horul uyuyan sevgilimin üzerinden sarkıp telefona uzandım. Birkaç saliselik bekleme ve durumu kontrol etme sırasında kalbimin çarpıntısından üzerimdeki saten atletin dantelleri bile titredi sanırım. Şimdi uyanıp gözünü açsa, ben böyle üzerinden komodine doğru uzanmış, ne yapıyorsun dese? Aman, allah aşkına, bir erkeğin dikkatini dağıtmak ne kadar zor olabilir ki; hele de üzerindeysen…
Telefonu alıp sessiz ve yavaşça tekrar arkama yaslandım. Top atılsa uyanmaz sevgilim, horultusunu dahi kesmeden uyumaya devam etti.

E ben şimdi ne yapacaktım bu telefonla? Baktım şeytan almış başını gitmiş bile. Pis mendebur ne olacak! Verdi elime telefonu kaçtı şerefsiz. E o zaman koy yerine yat uyu di mi? Hadi canım sizde, unuttunuz mu bu hikayenin kadın kahramanı benim, kadınım yani, yani o telefonu artık yerine koyamam.

Saf sevgilimin de saf ben gibi açılış şifresi, parolası, kodu modu olmadığı için hart diye açıldı telefon. Duvar resmi de bizim geçen sene Datça’da çektirdiğimiz fotoğraf, saçlarım güneşten neredeyse turuncu olmuş, burnumda çiller çıkmış, o da bir tür sarı esmer olmuş. Dile kolay on beş gün yattık Datça’da güneşin altında, normaldir.
Menüyü izleyerek önce Facebook’a baktım, normallikten ölecek bir ana sayfası var, mesaj kutusu desen maç organizasyonu yapmak isteyen bir erkek grubu, geçen hafta çıkan bir şarkıyı “baksana bi abi “ diye paylaşan kardeşi, lisenin pilav gününe davetiye gönderen lisenin en ve hala inek kızının toplu mesajından ibaret. Twitter’a baktım, hala ancak ve ancak takipçi olarak kullanmaya devam ediyor. Mesaj kutusu boş, varlığını bildiğinden bile emin değilim. Instagram hesabı zaten yok, ne fotoğraf çekmeyi sever ne çekilmeyi. İçimde bir anne pişmanlığı, acıması, şefkati beliriyor hızla. Benim tatlı sevgilimi bunca zaman sonra kontrol etmeme neden olan şeytanı taşlıyorum ve telefonu kapatıyorum.
Modern zamanda kız/erkek kaldırmanın (evet pis bir tabir ama yerine koyabileceğim daha net bir tabir yok) en kolay olduğu sosyal ağlarda bile bu kadar pasif bir adam için endişelenmek gereksiz. Elbet gereksiz.

Deyip kendi telefonumu geri elime alıyorum. Mesaj gelmiş, özel mesaj kutusunda, “yarın görüşür müyüz” diyor. Yüzüme bir sırıtma yerleşiyor. Bir iki dakika bekliyorum, yanımdaki horultunun tatlı ahengini dinliyorum, sonra…

“Olabilir, aklında ne var?”


30 Ekim 2014 Perşembe

KIYMET


İnsan, kıymet bilmeyen bir yaratıktır.

Yediği yemeğin, giydiği kıyafetin, çalıştığı işin, oturduğu evin, evindeki eşyanın, yaşadığı şehrin, doğduğu ülkenin her zaman bir eksiği, bir yanlışı vardır. Her zaman yetersizdir, hem de her şey... Daha iyisini ister, daha fazlasını, sahip olduğundan daha farklısını, yenisini, janjanlısını. Bunda bir yanlış var mıdır, çoğu zaman yoktur. Çoğu zaman dedim çünkü hırs, efendin olana kadar iyi bir şeydir. Fazlası sadece kendine ve çevrene eziyet.

Bu yetersizlik duygusunun iki çıkışı vardır: ya hiçbir şey yapmaz aynı yerde durduğun halde aynı şiddetle söylenir ve kendi yarattığın bu kısır döngü yüzünden depresyona girersin; ya da radikallik seviyesi değişen bir dizi karar alır, bir şeyleri gerçekten değiştirirsin. Yani o konfor, huzur sana ya batar ya da batmaz.

E ben neden o zaman kıymet bilmez dedim? Çünkü bazı rutinler, huzurlar batmasa da elinizden uçup gider ya; işte o zaman sıkıcı hayatınızın sıkıcılığını özlersiniz. Sizin isteminiz dışında, siz değil hayatın verdiği radikal kararlar yüzünden değişen düzenden bahsediyorum. Elinizi uzattığınızda orada olduğunu bildiğiniz şeylerin elinizi sonsuza kadar havada asılı tutsanız da artık değemeyeceği yere gittiği zamanlardan bahsediyorum. Gece gördüğünüz ve gerçek mi değil mi ayırt edemediğiniz rüyaların, sabah acımasızca gerçek olmadığını gördüğünüz sabahlardan bahsediyorum.

İnsan, kıymet bilmeyen bir yaratıktır demem o yüzden. İsteklerinizden, arzularınızdan, (varsa ne güzel) tutkularınızdan vazgeçmeyin. Ama onların peşinde koşarken elinizdekileri küçümsemeyin. En basit ve en doğal görünenler eksikliği en çok duyulanlar oluyor.
 

24 Eylül 2014 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: BALKANLAR'DAN GELEN...

Barika'nın kuyusu: BALKANLAR'DAN GELEN...: Gitmeden hemen önce bi sürü blog okuduğum için sanal alemin bir de benim aralarına katılıp nerde kalınır, nerede ne yenir, ne içilir fa...

BALKANLAR'DAN GELEN...



Gitmeden hemen önce bi sürü blog okuduğum için sanal alemin bir de benim aralarına katılıp nerde kalınır, nerede ne yenir, ne içilir faslında bilgi yığmama ihtiyacı olmadığına karar verdim. Verdim ve başka bir şeyler anlatayım dedim. Huzurlarınızda Balkanlar!

İngilizce'ye ancak vize kadar ihtiyaç olan bu Avrupa kapısı ülkelerin neden Avrupa'nın kapısında kaldığını bizzat gidince görürsünüz, çünkü arada kalmak ancak böle bir şey olsa gerek. Bir tarafta tüm o lakaytlık, rahatlık, neredeyse on-yirmi yıl geriden gelme havası; bir tarafta kadın-erkek ayrımı olmaksızın sokak rahatlığı, yemene-içmene-giymene kimsenin müdahil olmadığı günlük yaşam özgürlüğü. İnsan "olm ne ayaksınız siz?" demeden duramıyor.

Misal, Harem otogarında, bir gündüz vakti, yabancı-turist bir kız ve bir erkek dikilip, yarım saat otobüs beklemek zorunda kalsalar sözlü ve gözlü olarak kaç kere tacize uğrarlar? Ama Durres (Arnavutluk) otogarında -üstelik de şortlarına rağmen- uğramadılar. Hatta kimse onlarla ilgilenmedi. O kadar ki otobüsü zor buldular. Bulduk.

Ya da misal, bizim buralarda bir yerde camiinin hemen yan tarafında içki satan bir tekel olsa ne olur? Olmaz! Neden? Yasak? Neden, Balkanlardaki insanlar içki ile ibadetin arasındaki farkı biliyor da biz mi bilmiyoruz. Yani siz kendi halkınıza "salak" mı diyorsunuz? Gerçi savaşa benzer bir hengamede, can havliyle sığınılan camide bile içki içildiğine ikna edilebilmiş bir toplum olduğumuz düşünülürse sanırım çok da haksız değilsiniz.

Bir akşam üstü ezan sesi duyulan  Makedonya'da sabahına çan sesleri duyuyorsanız ve bu size artık "vay ne hoşgörü" dedirtecek bir olay haline geldiyse; geldiğiniz hale yanıyorsunuz.

Sonra size bir haberim var, Saraybosna ya da Bosna-Hersek öyle bize bangır bangır bağırıldığı (nedense) gibi başından ayağına Müslüman bir şehir ya da ülke değil. Gayet karma bir memleket! Mesela Mostar'ın girişindeki yüksek tepede dev bir haç yükseliyor, ama hemen aşağıda, sokakta Yunus Emre Kültür Merkezi, türbeler, camiiler falan var. Ya da Saraybosna'da kocaman bir camiden bir sokak sonra kocaman bir katedral var. Çünkü ülkede hala Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar birlikte yaşıyor. Ha bu orada olanlara olan fikrimizi mi değiştirir ya da acımızı; ya da sadece Müslüman halk diye mi acı çekmiştik biz Bosnalılar adına; hayır! Bunu sadece nedenini anlamadığım bir şekilde yapılan bu "reklam" ı aydınlatmak için yazdım. Zaten öyle sanıp da ahlanıp vahlanan varsa; o hiç bir dine ait ve layık değildir, olamaz. Yazık olmuş...

Bosna-Hersek sınırını geçerken Sırbistan bayrağı görünce ben de neye uğradığımı şaşırmıştım ama orada yaşayanlar hala ortak bölgeleri olduğunu söylediler. Nitekim başka bölgelerinde Hırvatistan bayraklarına da rastladık. Zayıf coğrafyam ve tarihim, ancak gözümle görünce ilerliyor işte benim de, n'aparsınız.

Zayıf coğrafyam demişken, ben bu memleketlerin bu kadar yeşil olduğunu da bilmezdim. Geçtiğimiz dört ülke boyunca yollar hep bir yanında göl ya da nehir, diğer yanı silme orman yollardı. Her yanı dağlık bu topraklar -ki Karadağ'dan Bosna'ya geçen hatta gerçekten dağların içinden geçtik. Kilometrede abartısız en az 6 tünel olur mu?- inadına yemyeşiller. Hatta nehirler ve göller bile yeşil!

Göl demişken Makedonya, Makedonya demişken bolca turist var bilesiniz. Ve tüm bu hatta insanlar çorba dahil her şeyi etle yiyorlar onu da bilesiniz! Vejetaryen ya da Ege-Akdeniz mutfağı düşkünü, yok efendim sebzeci falansanız o valizi yavaşça yere bırakın.

Blagaj (Bosna)'da bir tekke var, Alperenler Tekkesi, ta 16.yy dan kalma, "yaratılanı yaratandan ötürü sevmek" düsturu üzerine kurulmuş. Kocaman bir dağın eteğiyle, bir nehrin doğduğu kaynağın kesiştiği yere kurulmuş ahşap bir bina. Meteora (Yunanistan)'daki manastırlar, Trabzon'daki Sümela, hepsi gibi ancak ve ancak Tanrı'yı düşünüp; ona yakın olabileceğiniz, başka da hiçbir şey yapamayacağınız bir yerde. Ve aynı Tanrı'ya yarattıklarına bakıp daha çok inanacağınız bir yerde...

Ha son olarak, bir hafta boyunca dört ülkede en pahalı biraya 1 Euro vermişken, gelip Kadıköy'de bir 33lüğe 16 tl vermek çok fena koyuyor.

Not: Evet, kızları güzel. Maşallah hepsi boylu poslu. Erkek kardeşim ezikböcek tarafından da onaylandı. Ama erkekler, eee, ancak yukarı Kuzeye doğru çıktıkça belki. Yani yine tek taraflı bazı şeyler. E herkes bir İskoçya değil.


 

26 Ağustos 2014 Salı

Barika'nın kuyusu: DAHA ÖNCE

Barika'nın kuyusu: DAHA ÖNCE: Yazmak hiç bu kadar uzak ve zor olmamıştı. Ve bir de geceleri uykuya dalmak... Güzel bir sahil kenarında, nefis bir masada bile çok ama ç...

DAHA ÖNCE

Yazmak hiç bu kadar uzak ve zor olmamıştı. Ve bir de geceleri uykuya dalmak...

Güzel bir sahil kenarında, nefis bir masada bile çok ama çok uzağa gitmemize neden olan şarkılar hiç bu kadar yoğun çalınmamıştı kulağımıza.

Bütün hayat bir kağıt kesiğine dönüşmemişti hiç böyle. Hep orada duran ama ancak değince sızlayan...

Dünyanın yedi harikasından birini görmek bile etkisini on dakika sonra yitirmemişti ki daha önce bir meyve pazarından saatlerce bahsedebilirken.

Durduğumuz yer hiç bu kadar alçak değildi daha önce ve hiç bu kadar baş döndürecek kadar yüksek.

Durduğumuz yerde durabiliyorduk çünkü daha önce, bu kadar çok diken yokken.

Geceleri uykuya dalmakta belki bu yüzden bu kadar zordur, altında bir bezelye tanesi olduğu sürece...

 

1 Ağustos 2014 Cuma

Barika'nın kuyusu: RENGARENK GÖKYÜZÜ

Barika'nın kuyusu: RENGARENK GÖKYÜZÜ: Öğrenmenin yaşı yok diye boşa dememişler. Otuzumuza geldik artık, daha neler falan demeyin. En sancılı öğrenmeler asıl bu yaştan sonra ...

RENGARENK GÖKYÜZÜ



Öğrenmenin yaşı yok diye boşa dememişler. Otuzumuza geldik artık, daha neler falan demeyin. En sancılı öğrenmeler asıl bu yaştan sonra olanlar.

Elimizin döndüğünce bir şeyler çiziktirmişiz bu saate kadar, boyamışız, renklendirmişiz. Resim bizim resmimiz, akım bize göre, gerisinden kime ne! Deriz demesine de sonra günün birinde birisi şunu deyiverir: e ama o renk orada olmamış ki.

Denizlerini sarıya, gökyüzünü yeşile boyamışızdır. Bize göre de gayet güzeldir. O işgüzar, gökyüzü mavi olur ısrarıyla kafamızı şişirmese daha iyi olur ama susmaz. Madem susmaz, biz de inadında daha koyu yeşile boyarız gökyüzünü. "Gökyüzü mavi olur"cular kolay, savarsın başından gider, susmaz, söylenir ama gider.

Sonra bir gün, yanına usulca yanaşan biri şöyle deyiverir: pembeye boyasak gökyüzünü? Onun gitmeye niyeti de yoktur. Afallarsın. Pembeye? Boyasak? Çoğul mu boyayacağız. Gökyüzüne ortak mı çıkıyor ne yapıyor şimdi? Hem pembe gökyüzü mü olurmuş?!

E yeşil oluyor, pembe niye olamasın?

Renkler ve zevkler tartışılmaz diye boşa dememişler. Sana yeşil güzeldir gökyüzü, ona pembe. Mesele o değil zaten, mesele ne renge boyayacağınız da değil, mesela gökyüzünü paylaşıp paylaşmayacağınız.

Turgut Uyar boşuna yazmamış Göğe Bakma Durağı'nı:

"İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla, bu evleri de, bunları da
Göğe bakalım "

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: GENİŞ ZAMANLAR

Barika'nın kuyusu: GENİŞ ZAMANLAR: Bundan bir iki ay önce annem şöyle bir şey dedi bana: "Benim hakkımda bir yazı yazsana". Nereden ya da neden aklına düştü bilmiyo...

GENİŞ ZAMANLAR

Bundan bir iki ay önce annem şöyle bir şey dedi bana: "Benim hakkımda bir yazı yazsana". Nereden ya da neden aklına düştü bilmiyorum ama deyiverdi işte. Ben de "tamam" dedim. "Söz, yazacağım"

Şimdi yazıyorum...

En sevdiği meyveler kavun, muz ve kiraz.

Bardak, tabak, çanak gibi zücaciye malzemelerini almaya bayılır doyamaz. O yüzden de evde hala kutusu açılmamış kahve takımları, pasta takımları vardır.

Kıyafet almaya da bayılır ama giymez. Etiketlerini sökmediğimiz giysileri var. En son Şile'den şile bezi bir bluz almıştık. Siyah üzerine batik desenli. O da aldığımız gibi duruyor dolapta.

Yumurtaya bayılır. Haşlanmış, omlet, yağda, sıcak, soğuk, salatada, her şekilde yer. Son takıntısı da krep. Akşam bile aklına düşünce kalkıp yapıyoruz.

Çok fazla ilacı var, o ilaçların da çok fazla yan etkisi. Teninin rengi ilaç yanıkları nedeniyle Latin ırkları gibi esmer oldu. Diğer büyük yan etki olarak midesi bulanmıyorsa sorun yok ama midemiz bulanıyorsa keyfimiz hiç olmaz.

Bildim bileli limon kolonyasını sever. Evde de durur, çantasında da. İnsan ayıltmak için bayıltana kadar döker.

Bir şeyi onaylamıyorsa hemen kaşlar yukarı kalkar. Beğenmediyse yüzünü buruşturur. Bir kere "hayır" dediğine sittin sene "evet" demez.

Envai çeşit ve renkte şalları var. Tek memesi alındıktan sonra şal takmak adeti oldu. Bangladeş'ten ve Çin'den de koleksiyona parçalar ekledik. Aslında galiba her gittiği ve gittiğimiz yerden eklemiş olabiliriz. Ankara'da kale içinden aldığımız beyaz çiçekli bir tane vardı mesela. Aynı şekilde bir de yelpaze koleksiyonumuz var. Onu da gittiğim her yerden birer tane alıp büyütmüştük. İspanya'dan aldığım dantelli yelpazeyi birine hediye etti diye baya bi kızmıştım, hatırlıyorum. Hatta kafasına da kakmışlığım var.

Hastalığının son bir kaç senesinde makyajı tamamen bırakana kadar hep kırmızı ruj sürerdi, sonra bıraktı. Ancak bir yemeğe falan giderse, gece bir yere gidecekse sürmeye ikna edebiliyoruz. Hala evde yatak odasındaki aynanın önündeki kasede bir sürü ruj var. Kırmızı, bordo, pembe...

Bir sergi salonuna yetecek kadar çok resim yaptı. Yağlı boya ile başladığımız resme sulu boya ile devam ettik. En çok ev çizmeyi sever. Ormanda, ağaçlar içinde, önünden mümkünse küçük bir dere geçen evler. Portre çizmeyi hiç sevmez. Zaten uzun süre bir şeyin başında oturamaz, çabuk sıkılır. Çocuk gibi kırk kere kalkar başından.

Bana takı almayı sever. Takayım takmayım fark etmez; bileklik, yüzük, gittiği yerlerden toplar. Çoğu parmağıma ya da bileğime büyük gelir, bazıları da hiç takacağım şeyler değildir normalde ama o gözüne güzel görüneni alır. Boynumda bana aldığı yusufçuk var, aldığı günden beri hiç çıkarmadım. Sanırım üzerinde en iyi anlaştığımız takı bu oldu.

Hangi ilçe hangi ile bağlı, hangi nehir nereden denize dökülür, hangi dağ hangi şehirde nasıl bilmem ama hepsini bilir. Aklım almaz! Ben hala Kızılırmak nerede Yeşilırmak nerede karıştırırım onun aklı da bunu almaz. Türkiye haritasını ezberden çizer, şehirleri bile yerleştirir. Öğretmen okulunda yatılı okuduğu zamana ait çok travmatik anıları var ama eğitimine asla laf etmez.

Mantıyı sulu sever, bol yoğurtlu.

Bizim ezikböcek'e Potuk der, ayı yavrusu demek diye, o da gitti kendine ayı dövmesi yaptırdı sonunda.

Balığı sıcak da yer soğuk da; yeter ki balık olsun. En çok da mezgit sever.

Televizyona bakmadan uyuyamaz. Kumandayı elinden düşürüp sesine uyanır, sonra yeniden alıp kaldığı yerden uyur.

İzlemediği aksiyon filmi kalmadı. Steven Seagaller, Lorenzo Lamaslar, Delta Harekatı, Kobra Harekatı, bilinen bilinmeyen üçüncü beşinci sınıf ne kadar Amerikan macera filmi varsa hepsini izledi.

Son zamanda favori dizisi Aramızda Kalsın. Binnur Kaya'ya bayılıyor orada. Bir de Tolga Çevik'e gülüyor. Hoş geldin Arkadaşım'a gitmek istiyordu ama bilet bulmak ne mümkün.

Geçen bayram gittiğimiz Dalyan'ı çok sevdi. Ancak son gün ikna edip havuza sokabildik ama olsun. Bu bayramda oraya gitmek istiyor.

Buraya bir geçmiş zaman eki koymayacağım. Hatta hiçbirine. Şimdiki zaman ya da gelecek zaman eki de koyamayacağım. O yüzden bundan sonrasında Annem için söyleyeceklerimde sadece geniş zaman eki var.
Geniş zamanlarımız olmadı, bari eklerimiz öyle olsun...






 

9 Haziran 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: YÜRÜYÜŞ MESAFESİ

Barika'nın kuyusu: YÜRÜYÜŞ MESAFESİ:     Hellboy-2 ‘de bir diyalog var; Abe ve Hellboy arasında. Aşık olduğu prensese bir türlü açılamayan Abe’e “içelim” diyor Hellboy...

YÜRÜYÜŞ MESAFESİ


 
 
Hellboy-2 ‘de bir diyalog var; Abe ve Hellboy arasında. Aşık olduğu prensese bir türlü açılamayan Abe’e “içelim” diyor Hellboy ama o, olanca saflığıyla reddediyor: “Hayır, bedenim bir tapınak” Hellboy’un cevabı takdire şayan: “Şu sıralar daha çok bir lunapark”
Aşık olmakla ilgili hatıralarım biraz silik. Ama lunapark kısmı doğru galiba; bende çok fazla dönmekten ötürü gelen kusma hissine benzer bir his yaratmışlığı var mesela. Gerçi o hissi tanımama ilk vesile olan lunapark değildi, kendimdim. Evin salonunun etrafında kuyruğu tutuşturulmuş gibi defalarca dönerek tur atan ve en sonunda bitap düşüp yüzüstü halıya düşen bendim. Hatta ananesinin bahçesinde ağaca kurulan salıncakta abartısız saatlerce sallanan ve neticesinde yine abartısız saatlerce kusan da bendim. Kendim bizzat lunaparkım yani!

Buraya nereden geldik derseniz, Kumbaracı Yokuşu’ndan diyeceğim, saçma olacak. Zaten konu aşk olunca bende saçma olmayan cümle kurmak çok zor. Ne de olsa akıl normalin de iki katı kadar havada oluyor. Da konu aşk da değil aslında. En azından bu sıralar değil… Ha Kumbaracı Yokuşu’na nereden indin derseniz, inmedim çıktım. Baya yokuş çıktım. Temiz hava açtı kanalları, o kadar ki kafa bambaşka yerlere gitti. O yüzden konu aşka kadar geldi. En son ne zaman nerede gördüğümü çok iyi hatırlamadığım eski bir arkadaş gibi şu anda kendisi. Bir gün bir yerlerde karşılaşırsak kesin oturup bir şeyler içeriz, biliyorum.

İstanbul’un ara sokaklarının böyle pis bir hadisesi var; aklınızı alıp üzerinde bin türlü afişin, resmin, grafitinin, yazının olduğu duvarlara sürtüyor, bahçesinde iki masa dört sandalye olan küçücük kafelere çarpıyor, tam yokuşun bittiği yerde denizi görünce de uçuruyor gönderiyor.

Kliplerde ellerini duvarlara sürterek ağır çekim yürüyen melankolik kızlar gibi değil de daha çok orta hızlı adımlarla, etrafında ne varsa hızını kesmeden içine çekerek yürümeye çalışan ortalama kızlar tarzında çıkıyorum yokuşu. Sonra arka sokağından dolanıp, memleketin en güzel yerine, 29 Mayıs 1453’de Bizanslıların anahtarı “buyrun abi” diye teslim ettikleri, vakti zamanında Cenevizlilerin inşa ettiği, İstanbul’a inşa edilmiş en güzel yere, Galata Kulesi’nin önüne çıkıyorum. Oraya çıkınca içimde ne kadar sıkıntı varsa dışarı çıkıyor. Uçuveriyor. Hep uçuverdi…

Kule meydanının önünden kıvrılıp, bir basamağı tek kişilik yatak genişliğindeki merdivenlerden aşağı, bu sefer denize doğru iniyorum. Denize doğru indiğini bilmenin etkisiyle adımlar hızlanıveriyor. Bazı şeyleri hatırlıyorum. Özneleri farklı ama yüklemleri nedense hep aynı olayları. Kule’nin önüne çok kaçtığım zamanları. Ve çok fazla Amerikan tipi romantik komedi filmi izlemekten kaynaklı manasız beklentilerle birilerinin arkamdan gelmesini beklediğim zamanları… Ben o bankta otururken arkamdan yaklaşıp, sessizce yanıma oturmalarını beklediğim zamanları. Onca zaman bana ondan bir şey beklemememi söylemiş, dikte etmiş adamları yine de bir umut bekliyor olmamın dayanılmaz saçmalığını da hatırlıyorum.

Ha öğrendin mi dersen, beklememeyi evet, umursamamayı hayır. Bir kere içime sıkıştırdım mı, sonradan onu bir seferde göğüs kafesinden dışarı atmayı hala öğrenemedim. Hala süründürürüm, sündürürüm;  huyum kurusun. Ama susmayı öğrendim, geride kalmayı. İçimden adamın üzerine tırmanmak, boynuna dolanmak gelse de uzaktan el sallamayı. Ağız dolusu lafı suyla yutmayı.  Üzerine de “oh yarabbi şükür” demeyi. Şükür tabi, buna da şükür…

Üzerinde çiniler olan bir duvar var o yokuşlardan birinde, tiyatrolu apartmanlar, Gezi’den fotoğraflar olan bir duvar daha, küçücük bir kafe var karşı tarafında ve tam yolun bittiği yerde bir manav var birinde de. Bir Anglikan kilisesi var Kumbaracı’nın hemen üzerinde, Karaköy’e inince vapur iskelesinin arkasında türbeler var, Kule’nin hemen dibinde herkesin bira aldığı onlarca yıllık bir tekel var, daha benim aklımda fotoğraf kareleri gibi kalan, gördükçe mutlu olduğum bi dolu şey var.

Yürümenin iyi geldiği mevsimdeyiz. Sıcaklık, nem, hava koşulları ve zemin müsait. Kafalar gayet şık. Durmayın yürüyün bence. Yokuş aşağı, yukarı fark etmez. Eskileri yenilerden ayırmaksızın, ne varsa beraber yürüyün. Yolun sonunda denize dökersiniz, olur biter…

 

2 Haziran 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KORKMA!

Barika'nın kuyusu: KORKMA!: Size çok fena bir haberim var: hani o korkup kaçtığınız, "olmaz zaten lan" diye şans bile vermediğiniz şeyler var ya; hiç bilemey...

KORKMA!

Size çok fena bir haberim var: hani o korkup kaçtığınız, "olmaz zaten lan" diye şans bile vermediğiniz şeyler var ya; hiç bilemeyeceksiniz ne kaçırdığınızı ve bu sizi hayatınız boyunca takip edecek. Yahu bu neden sizi daha fazla korkutmuyor?
Somut acıdan kaçmak için soyut olarak var olan o hayalleri nasıl da baltalıyorsunuz. Belki gerçekten çok acayip, ışıklı, janjanlı bir şeyler olacakken siz bilinmez bir karanlığın devam etmesine izin veriyorsunuz.
Hani ne bileyim belki öperken nefesinizin kesileceği bir dudağı istemem diye itiyorsunuz.
İçinde kendi hayatınıza dair cevaplar bulabileceğiniz bir kitabı sırf çok kalın ya da kapağı çirkin diye elinize dahi almıyorsunuz.
Ya da mesela Fransız sinemasını sevmem diye Angel-a'yı izlemiyorsunuz.
Bak en basiti ben pop dinlemem diye diye Sıla'nın şarkılarındaki sözleri kaçırıyorsunuz.
Hiç korku filmi izlemeden o filmin kalbinizin güp güp atmasını, yerinizden sıçramanızı nasıl sağladığını ve bittiği anda verdiği huzuru bilemezsiniz.
Hiç acılı yemek yemeden dilinizi yaksa bile, daha fazlasını istettiren o iştah kabarmasını bilemezsiniz.
Hiç sarhoş olmadan ne kadar çok gülebileceğinizi ya da ne kadar çok ağlayabileceğinizi bilemezsiniz.
Korkup da yapmadığınız her şey de bir şey kaybediyorsunuz.
Korkup da yanına gitmediğiniz her insan da bir şey hatta birini kaybediyorsunuz.
Bilerek acı çeken mazoşist bir yaratığa dönüşmenizi tabi ki istemem ama asıl, sırf güvende kalasınız, eski yaralarınız tazelenmesin, yeni yaralar açılmasın, her yer düzenli dursun aman dağılmasın diye eksik yaşayan yarım bir insana dönüşmenizi istemem.
Ben eksik kalmasın diye bir çok hata yaptım ama galiba pek çoğunda bugün yine aynısını yapardım.
En azından denizin altını gördüm, bir gece yarısı bir şehirde mahsur kalmayı, kalbim ağzımdan çıkacak sansam da bir adamın karşısında dik durabilmeyi becerdim, canım istedi diye bir diğerini öpmeyi de. Sabahın beşinde tavuklu sandviç yersen zehirlenirsin diye kimsenin söylemesine gerek kalmadı ben saatlerce kusarak öğrendim. Ve en güzel duvar yazılarının en ıssız sokaklarda olduğunu kaybolmadan öğrenemezdim.
Ertesi sabahına kötü uyansam da, geceyi suçlamadım. Çünkü her sabah başka bir zamana uyanıyorsunuz. Yeniden şansınız var. Bir daha deneyin. Korkmayın yahu, ölmezsiniz!
 

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: SEVGİLİ PATTI VE BOB

Barika'nın kuyusu: SEVGİLİ PATTI VE BOB:     Patti Smith okuyorum, Çoluk Çocuk (Just Kids) kitabını. Bana kendimi yavan ve boş hissettirmesine rağmen uzun zamandır ilk def...

SEVGİLİ PATTI VE BOB


 
 
Patti Smith okuyorum, Çoluk Çocuk (Just Kids) kitabını. Bana kendimi yavan ve boş hissettirmesine rağmen uzun zamandır ilk defa bir kitabı içer gibi, yutar gibi okuyorum. Yazar, şair, grup, müzisyen isimleri uçuşuyor kitapta. Ortalık çevirmen notundan geçilmiyor. Aklıma yazmaya, not almaya çalışıyorum. Yarısından çoğunu tanımıyorum ve bu konuda kendimi o kadar kötü hissediyorum ki içim eziliyor. Bu kadın daha yirmili yaşlarında nasıl bu kadar çok şey bilebilir diyorum. Ben neden bilmiyorum diyorum.
Sonra Soma oluyor… Yirmili yaşlarında bir sürü genç erkek, madenin içinde ölürken; yirmili yaşlarındaki karıları dışarıda dul kalıyor, sevgilileri yalnız, çocukları öksüz yetim…  Yirmili yaşlarında çok az şey bilerek ölüyorlar. Biz olduğumuz yerde olana bakıyoruz. Bakakalıyoruz.

Bir kere daha bu ülkede iç dünyana dönüp kendinle hesaplaşmana izin verilmeyeceğini hatırlıyorum. Çünkü bu kendine dönüş bir anda kocaman bir bencillik olup çıkıyor. Onca yanmış canın, daha fenası onca canı yakanın hesabının sorulmuyor diye ahlanıp vahlanıyoruz. Sonra o sesler de azalarak bitiyor. Ama ne zaman yeniden içimize bakacak olsak o bencillik hissi gelip çörekleniyor. Cenaze gibi, kredi borcu gibi, metan gazı gibi, çizmeler gibi daha somut şeylerin yanında hepsi nedense bir anda boş görünüyor.

Ama işte insanoğlu yaratılışı gereği bencil. Böyle yoğrulmuş çamuru. Böyle su verilmiş. O yüzden belki bütün o “ütopya”lar ve “izm”ler bir yerde gelip tıkanıyor. Tam egomuzun olduğu yerde… Ben de yeniden kitabıma dönüyorum.

Patti Smith, onlarca ismin içinde kitap boyunca öğreti gibi Bob Dylan’ı anıyor. Albüm kapağındaki resimden şarkı sözlerine kadar her sayfada bir şekilde ortaya çıkıyor. Ben de Haziran ayındaki gidemeyeceğim konseri düşünüp hayıflanıyorum. Kuzenime bir mail atıyorum kitapla ilgili ve diyorum ki Bob Dylan konserine gidip en önden bağırmak istiyorum: Hey Bob, Patti'ye selam söyle :)”

Sonra Blues  Brothers izliyorum. Hafta sonu, Pazar günü, önce 1980 yapımı Blues Bothers’ı (hani şu “The most dangerous combination since nitro and glycerine” olanı) sonra 2000 yapımını izlerken Elwood sürekli diyor ki “The Lord Works in myterious ways” Ben de en çok bu lafa takılıyorum film boyunca, tabi Aretha Franklin’in sesinden sonra… Ve gerçekten bazen Tanrı baya gizemli yollardan iş çeviriyor…

Mayısın yirmisinde Soma’ya yardım amaçlı olarak bazı konser biletlerinin fiyatlarının düşürülerek satışa çıktığı haberi geliyor. İçlerinden biri de Bob Dylan. Bütün gece düşünüyorum; yaptığım şey fırsatçılık mı? Yoksa gerçekten çok içten diledim diye Tanrı yardım mı etti hem de bana başkaları için de bir şey yapma fırsatı vererek. Tam o sırada kitapta Patti, kendisine daha ilk şiir okumasında şiir kitabını basmayı teklif eden yayıncıyı “bu kadarı hazıra konmak olur” diye reddediyor. “Arkadaşlarım benim kadar şanslı değildi, bu kadar kolay olmamalı” diyor. Bir kere daha ikilemde kalıyorum. Acaba doğru olanı değil de işime geleni mi yapıyorum?

İnsanoğlu işine gelene aklınca kılıf uydurmakta, mazur göstermekte yeteneklidir, birincidir. Ben de kendimi kendime karşı savunuyorum, sonra üzerinde daha fazla düşünmeden alıveriyorum biletleri. Şimdi sahnede, şapkasının altından o boğuk sesiyle bunu söyleyecek ya;  belki rahatlarım diyorum…

In this earthly domain, full of disappointment and pain
You'll never see me frown
I owe my heart to you and that's sayin' it true
And I'll be with you when the deal goes down
(When The Deal Goes Down / Bob Dylan)

NOT: Bu harika fotoğraf Bob Dylan ve Patti Smith'i, şair Allen Ginsberg'in evindeki bir parti sırasında merdivenlerde gülerken gösteriyor.




14 Mayıs 2014 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: NEFRET

Barika'nın kuyusu: NEFRET: Ben Zonguldak'a bağlı bir kasabada doğdum. Çok önceki yazılardan birinde bahsetmiştim sanırım çocukluğumun tuhaf hikayeleri ile ilgili ...

NEFRET

Ben Zonguldak'a bağlı bir kasabada doğdum. Çok önceki yazılardan birinde bahsetmiştim sanırım çocukluğumun tuhaf hikayeleri ile ilgili anılarımdan. Büyük bir grizu patlaması sonucu madenden çıkarılamayan cesetler yüzünden denizin kurtlandığı, insanların denizden çıktıklarında mayolarından kurtların döküldüğü yazdan. O zamanki kömür-maden işçileri sendikası başkanının Jaguar marka arabasından. Maden şehirlerinin karanlık, isli havasından.

Dün akşam elimdeki kitabın kadın karakteri yüzünden hayatımın ne kadar yavan olduğuna hayıflanıyordum. Metrobüste yer bulup otursam diye hevesleniyordum. Akşam mesaisinde yemekte zeytinyağlı kereviz vardı. Ve ben bir kere daha nasıl bir ülkede yaşadığımı unutmuş günlük rutinin içinde kendimle uğraşıyordum. Sonra, yine yukarıdaki o koca yarıktan yine koca bir taş düştü başımıza.

Bilmiyorum dünyada başka kaç ülke vardır ki çoktan nasihatle uslanmasından umut kesilip bunca musibetle sınansın ve hala akıllanmasın.

Ulusal yas ilan edilince ne olur bilmiyorum, ama bu felaketten sonra ulusal yas ilan edecekler mi acaba diye beklemek ne kadar saçma biliyorum. Ortada bir cihat, dini bir kavga, vatani bir görev bilmem ne yokken ihmalden, sorumsuzluktan, vurdumduymazlıktan ölmüş insanları sanki onlar için hisleniyorlarmış gibi, onları ne kadar değerli gördüklerini sanalım diye durup dururken şehit ilan etmek ne kadar saçma onu da biliyorum.

Allah yardım etsin diye dua etmeyi matah sayanlara da bir çift lafım var: Tevekkül nedir bilir misiniz? Yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra sonucu Allah'tan beklemektir. Ben öğretmeyeyim bence size böyle şeyleri...

Şili'de maden işçilerini, üzerindeki tulumla kucaklayan yüzü isli başbakanın fotoğrafına bakıp gözlerim dolarken; Soma'da felaketten kurtulan işçileri takım elbiseleri içinde kenardan, yaklaşmaya korkarak izleyen bakanları görünce içim nefretle doluyor. Nefret kusuyorum...

İnsanı insan değil rakam, üç beş, neyse ki ile tanımlayan "adam"lardan, olanı Cuma hutbesinde paylaşmak dışında bir eylem başlatmayan "yetkili" lerden, 15 yaşındaki çocuklarımızı yerin ne üstünde ne de altında yaşatmayan, yaşatamayanlardan nefret ediyorum!

Ama en çok da bu felaketin içinde bile, sırf birilerinin adını manşetlerden, tartışmalardan uzaklaştırabilmek için dikkati bambaşka yerlere çekmeye çalışan, iktidar yalakası, cinayetlerin yardakçısı, üç beş kuruşa haysiyetini satmış, tek işi sataşıp provokasyon edasında dimağ kirletmek, akıl bulandırmak olan o baş belalarından ve hala onları dinleyen, hala soru sormayan, hala eleştirmeye korkup eleştireni de küfürle hakaretle tehdit eden, giden canın hesabını bile soramayacak kadar körü körüne biat etmişlerden nefret ediyorum! Çünkü bu canların hesabı sizde! Siz hesap sormadıkça, siz bizim çığlıklarımıza katılmadıkça daha çok ölürüz biz; yerin üzerinde de altında da.

Ve hala fark etmediyseniz söyleyeyim; sırf siz böylesine biat ediyorsunuz diye bizden daha güvende değilsiniz bu ülkede çünkü koskoca bir ülke, bütün halinde, bir sorumsuzluğun, bir acımasızlığın ve bir egonun kurbanı olmak üzere...

Hepimizin başı sağ olsun...



 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: DALİ'NİN BIYIKLARI

Barika'nın kuyusu: DALİ'NİN BIYIKLARI:   İçki bütün kötülüklerin anasıdır lafının altındaki en önemli maddelerden biri de şudur; içki, bütün aptalca hamlelerin cesaret vere...

DALİ'NİN BIYIKLARI


 
İçki bütün kötülüklerin anasıdır lafının altındaki en önemli maddelerden biri de şudur; içki, bütün aptalca hamlelerin cesaret verenidir. (Ama benim favorim nerdeyse bir dövme, bir duvar yazısı kadar çarpıcı olan: "Sarhoşken söylenen her şey ayıkken düşünülmüştür" cümlesidir) İçki içen adamın elinden telefonunu, araba anahtarını, cüzdanını alacaksın ki ömür boyu sana müteşekkir olsun. En azından ertesi sabah…

Herkes gibi benim de zamanında sabah kalkıp “lan ben onu gerçekten söyledim mi?” ya da “oha yapmamışımdır” demişliğim vardır, doğru. Baş ağrısından ve mide bulantısından daha berbat bir histir bu çünkü ilaçla, limonlu suyla, sodayla falan geçmez.  Eczanelerde bunun için bir ertesi gün hapı yoktur. Gerçi olsa fena olmazmış, şöyle en hafıza sileninden ama yoktur. Kafanızda yarısından çoğu silik olan anlardan bir kolaj yapınca ortaya çıkan resim benim diyen sürrealist ressamınkinden daha gerçek üstüdür. Öyle ki Dali size bıyıklarını burar!

Akşamdan kalma olduğunuz o sabah uyanınca ilk iş siz ne yaparsınız bilmiyorum ama ben geçmiş acı tecrübelerime dayanarak önce çantamı yoklarım: cüzdan var mı, kimlik var mı, banka kartları yerinde mi? Zaten önce çanta var mı… (Ayık kafayla, gündüz vakti çantasını yol kenarı bir kahvecide unutup üzerine 250 km yol gitmiş bir insanla muhatapsınız, lütfen) Eğer tüm bunlar yerindeyse durumu yüzde doksan kurtarmışımdır. Yüzden on mu? Allaha emanet.

Kahvaltıya kalkacak ve hatta üzerine bir de kahvaltı edecek takatiniz varsa ne mutlu, az zararla atlatılmış bir hafta sonu sizi bekliyor demektir. Yoksa bütün bir hafta sonunu o mideyi ve o kafayı toparlamakla geçirirsiniz. (Buradan ecza dünyasının altın buluşu alka seltzer hayranlarına selam olsun). Daha önce yazdıklarımdan da bildiğiniz üzere üzerinize afiyet bende bir Yak bünyesi olduğu için benim toparlanma sürecim baya hızlı oluyor. Baş ağrısı nadir, kusma çok ender, mide biraz problemli, o kadar. Ama pişmanlıklar hepimizde eşit. Yak olup olmamanızın bununla bir ilgisi yok. O kadar da öküz değiliz yani! (Sen uzun boylu arkadaşım, sırıtma, evet sen sakallı olan) İşte bu yeterince duyarsız, umarsız olmayışımız, davranışlarımızı determine edememiş olmamız, içsel olgunluğu belirginleşmiş ve benliğiyle barışık hallerden yoksunluğumuz nedeniyle (vay be!) ertesi sabah “ben ne yaptım” sabahı olabilir. Olmasın. Sabahlar olmasın! Yani böyle olmasın…

İşte bunu bir daha dememek için kendimce yollar buldum; misal telefonu gömmek gibi. Size en son telefonumu bar tuvaletine düşürdüğümü söylersem sanırım gömmek eyleminde ciddi olduğumu anlarsınız. Diğer alternatif ve daha az maliyetli olan yollar ise şunlar: aç karna içki içmemek, tekila içmemek, ikiden fazla içki tipini karıştırmamak (bkz. Rakı+bira+votka), aynı içki içinde yok efendim Mozambik votkası yok efendim Karayipler romu gibi dünyalar varsa o içkiden sadece bir tane içmek, tekila içmemek, asla ama asla bir daha viski içmemek, Long Island içeceksek öncesinde ve hatta sonrasında bir şey içmemiş olmak, tekila içmemek, aslına bakarsan Long Island da içmemek, rakı sofrasında yemeyi ihmal etmemek, tekila içmemek, bira içerken litreden galona geçmemek, bulduğu her shota “a bu ne” edasıyla yaklaşmamak, tekila içmemek, yeni içki görünce şekerlikte hepsinden farklı bayram şekeri bulmuş çocuk gibi saldırmamak, aralarda kendine o günün tarihini sormak, alt dudağı ısırıp his kaybı kontrolü yapmak ve son olarak tekila içmemek.

Şimdi gençler ve benim gibi hala kendini genç sananlar size ödevim şudur: herkes kendi listesini hazırlasın ve bana göndersin. Mail adresi blogda mevcut, bulamazsanız yorum kısmına yazın. Akşamdan kalma olmamak ya da sonradan pişman olacağımız şeyler yapmamak için önlemleriniz nelerdir? Akabinde herkesinkilerden bir derleme yapıp buradan yayınlayacağım, sonra da bunları deneme-yanılma yöntemiyle test edeceğim. O test sonuçlarını da yazarız belki takatimiz kalırsa. Hadi bakalım.

Not: Tüm bunlar bir yana, o gecelerin hepsinden size kalan komik anılarınız, hatırlayınca hep beraber güldükleriniz, sabahında bir an veya daha uzun içinizi burksa da sonunda o da bir anı bazen de bir ders olup kalan durumlarınız size kardır, yanınızda kalsın, aklınızda kalsın, onlarla eğlenmeye onları anmaya devam edin. Bu yazının amacı onlardan geçmek değildir, olayın başka yanına bakıp eğlenmektir unutmayın.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KISMET

Barika'nın kuyusu: KISMET: Bugün Hıdırellez, dilediklerimizi gül ağacına çizip gömdüğümüz o gecenin üzerinden nereden baksam iki yıl geçti. Yıl dediğin zaten ipi k...

KISMET


Bugün Hıdırellez, dilediklerimizi gül ağacına çizip gömdüğümüz o gecenin üzerinden nereden baksam iki yıl geçti. Yıl dediğin zaten ipi kopmuş tesbih gibi patır patır dökülüyor ellerimden. Ben de sıçraya sıçraya uzaklaşmalarını izliyorum. De ki ne değişti; diyeyim ki hiçbir şey. Yani neredeyse hiçbir şey.

“Neden bırakmıyorsun?” diyene dönüp “Çünkü bırakamıyorum, yok, aslında bırakmak istemiyorum o yüzden bırakamıyorum” diyeli nereden baksam üç yıl oldu. Bir daha da bırakmak istemeyecek kadar bağlanmamayı diledim. Bunu öğrenmeyi diledim.  Yapabilmeyi diledim. Öğrendim mi dersen en azından etimden et koparmış gibi olmadan, henüz ucundan tutturmuşken kesmeyi öğrendim sanırım.

Eskiden bahar patlamış mısır gibi çiçek açan ağaçlardan ibaretti, yeterince çocukken. Yeterince ergen olduğumuzda kaynayan hatta fokurdayan kanımızdan ibaret oldu. Ve şimdi yeterince otuzlarken bahar, iklim deformasyonundan nasibini almış sıcak mı soğuk mu olduğunu bilmediğimiz bir mevsim oluverdi. Hayatımız gibi, olması gerektiği zamanda olması gerektiği gibi olmayan, mutasyona uğramış bir mevsim…

Bugün Hıdırellez, ben bir kere daha o kağıda çizeceklerimi daha çizemeden karalamış vaziyetteyim. Gül ağacının altına elle tutulur o kap-kacakları çizmek istemiyorum. Ama onları da çizmezsem elimde kalem öylece kala kalmaktan korkuyorum.

Demişler ki bu akşam dilekleri havaya çizip, hiç konuşmadan eve kadar gidebilirsek dileğimiz kabul olacakmış. Aha da benim derdim de o; ben hiç konuşmamayı ya da olmadı en azından susmayı öğrenebilseydim belki bugün o kağıda çizecek bir resmim olurdu. Demek ki ondan tutmuyor dilekler. Tutuluyor…

Neyse, kısmet. Mukadderat. Hayat… Bana olmayan başkasına kısmet. Kısmeti açılan herkese benden çay.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: ÇUBUK KRAKER

Barika'nın kuyusu: ÇUBUK KRAKER: Hayal kırıklığı dediğimiz şey çubuk kraker gibi, orta yerinden kırılma sesi veriyor bazen. Böle çıt diye... Sonra kırıntılar etrafa dağ...

ÇUBUK KRAKER



Hayal kırıklığı dediğimiz şey çubuk kraker gibi, orta yerinden kırılma sesi veriyor bazen. Böle çıt diye... Sonra kırıntılar etrafa dağılıyor falan.

Birini çok sevmek değil acı verici olan, birine çok fazla güvenmek. Dünyayı tepe taklak eden bu işte. İpini onun beline bağlayıp aşağı sarkıtıyorsun ya kendini; yere düştüğünde bu kadar şaşkın olmanın nedeni bu. E sen orada değil miydin? Yukarıda?

Öğrenmesi en fena şey sanırım kimseye o kadar güvenmemek gerektiği ama bir taraftan da öğrenilmesi en saçma şey. Neticede güvenmeden nasıl yaşayacağız ki? Sırtımızı birine yaslamadan, hemen yan tarafta bir el daha olduğunu bilmeden.

O eli bırakırsam o vücut komple çeker gider mi diye endişelenecek durumdaysanız zaten o elin yanınızda durmasının bir anlamı da yok sanırım. Azcık arkamı dönsem o da döner gider mi diye endişeleneceksek piton gibi adamı/kadını kafasından ayağına sarmalasanız ne fark eder ki?
CIA bile her an herkesi kontrol edemiyorken, tuvalete gittiği arayı bile gözden kaçırmamak için çetele tutmanızın ulusal güvenliğe de ilişkinize de bir faydası yok. Neden biliyor musunuz: İnsanlar sadece vicdanlarından sorumlular.

Kalabalıklar içinden tek parça çıkmak da; ıssız bir adada kalıp size kazık atmak da elinde. Sizinse tek yapabileceğiniz güvenmek...

İşte o yüzden en zoru bu. Birini sevmek bile birine güvenmekten daha kolay. İskambil kağıdından ev yapar gibi, nefesini tutarak, açıyı ayarlayarak, çok da fazla kat çıkamayacağını bilerek öğreniyorsun güvenmeyi. Sonra bir üfürükte yıkılıverince -yok yok, hemen vazgeçmiyorsun- baştan başlıyorsun. Belki yamuk koymuştun kağıtları, belki zemin yanlıştı, belki çok bastırdın çatıya bilinmez; ama bir kere yıkıldı diye evden vazgeçilmez. Fizibilite çalışmalarına ağırlık verilir, zemin kontrolleri yapılır, gereksiz kat çıkmalardan kaçınılır. Tek katlı olsun sizin olsun. Hem müstakil ev daha bi sıcaktır sanki...

Şimdi bu kadar zor öğrenince, çıt diye kırılan güveni güvenmemek eylemine çevirmek de zor oluyor. Öğrenme hızı anlamında değil de bünyeye etkisi anlamında. O yüzden belki de bu hayatta öğrenmek istemeyeceğiniz, öğrenmekten kaçacağınız, öğreteni ömür billah ah ile anacağınız tek şeydir.
Size bunu öğreten kırk yıl köle olsun...

2 Nisan 2014 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: KÜÇÜK MÜÇÜK

Barika'nın kuyusu: KÜÇÜK MÜÇÜK: Uyarı: Gündemden bağımsız olarak nefes alma yazısıdır. Basit şeylerin kıymetini bilin. Küçük ve basit şeylerin... Saçınızın size zu...

KÜÇÜK MÜÇÜK



Uyarı: Gündemden bağımsız olarak nefes alma yazısıdır.

Basit şeylerin kıymetini bilin. Küçük ve basit şeylerin...

Saçınızın size zulüm olduğu anda bir adet paket lastiğinin,
telefonda bekleyen adamın verdiği numarayı yazacak kalem bulamadığınızda çantadan çıkan göz kaleminin,
akşamdan kalma bi halde mide bulantısından her şeye burun kıvırdığınızda her nasılsa bir ay önce mutfağın bir kenarında unutulmuş bir paket çubuk krakerin,
berbattan berbat bir Pazartesi günü, binlerce kilometre uzaktaki bir adamdan aylar sonra gelen beş satırlık mailin,
vesaire...

 O anda bunların doldurduğu yeri hiçbir şeyin dolduramayacağını, tam da ihtiyacınız olan şeyin onlar olduğunu hissedersiniz ya hani. Başka zaman aklınıza bile gelmeyecek bu küçük şeyler; sırasını bekleyen ve zamanı geldiğinde başrolü kapan figüranlar gibi.
Beklentiler büyük olduğunda en basit şeyler gözünüze çok önemsiz görünüyor ya; işte aslında çözüm onlarda olabilir demek istiyorum.
Beklentilerinizi düşük tutun demiyorum, çarpıtmayalım. Sadece sürekli yukarı bakarak bakış açınızı daraltamayın, geniş tutun diyorum. Geniş olsun ki ferah olun. Daraltmayın kendinizi diyorum.

Kendime de diyorum...

"Evet hatırladım
Küçük basit şeyler
Yetiyor kederlenmeye
Ya mutluluğa"  
Cahit Zarifoğlu


Ve bazen orada öylece tek başına duran küçük bir oy pusulasının... (ay dayanamadım!)
 

31 Mart 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: SULTAN SÜLEYMAN

Barika'nın kuyusu: SULTAN SÜLEYMAN: Ah be annem be, ah be annem... Gaza boğulduk, coplandık, tutuklandık, yerlerde sürüklendik ama dedik ki susmamak lazım, bağırmak lazı...

SULTAN SÜLEYMAN



Ah be annem be, ah be annem...

Gaza boğulduk, coplandık, tutuklandık, yerlerde sürüklendik ama dedik ki susmamak lazım, bağırmak lazım. Neden mi? Çünkü bu ülke, bu halk daha özgür daha normal bir hayatı hak ediyor. Ve gerekiyorsa bunun için savaşmak lazım.

Ah be annem be, ne pis yanılmışız!

Kimsenin daha özgür ya da daha normal bir hayat istediği yokmuş ki... Herkes halinden memnunmuş, hem de ziyadesiyle. Ceplerinden alınan paraların, önlerinden alınan rızıklarının, ellerinden alınan geleceklerinin bir önemi yokmuş. Bugün yarın savaşa girecek olmak, bu yüzden çoluğundan çocuğundan olabilecek olmak umurlarında değilmiş.

Çünkü binlerce yıllık İslamiyet'in ne hikmetse tek bir adamın koruması altında olduğuna, o giderse töbe haşa koskoca dinin bu topraklardan silineceğine inanmışlar; ve tek önemli şey de buymuş. Öyle ki o adam hırsızlığı yedi cihandan duyulmuş oğlunu elinden tutup balkonda kendilerine gösterdiğinde avuçları patlarcasına alkışlamışlar. Aynı adam aynı balkondan "savaş!" naraları attığında alkışlamışlar. Alkışladılar...

Ah be annem, hiç bir cop o alkışlar kadar canımızı yakmadı bence. Hırsız var, katil var yetişin dediğimiz yerde alkışa tuttular ya...
Bunca zamandır yitirmediğimiz umudumuzun dibine kibrit suyu döktüler ya...

Ama ben hep inandım, hep inanacağım. Az da olsak var olduğumuz sürece...

"Bu dünya ne sana ne de bana kalmaz; Sultan Süleyman'a kalmadı böyle hiçbir kitap yazmaz"
 

27 Ocak 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: HAZİNE HARİTASI

Barika'nın kuyusu: HAZİNE HARİTASI: "Erkekler gizemli kadınları sever" dedi bana. Tam bunu söylediği sırada benim ona annemle geçen sene yaptığımız tatilde başım...

HAZİNE HARİTASI



"Erkekler gizemli kadınları sever" dedi bana. Tam bunu söylediği sırada benim ona annemle geçen sene yaptığımız tatilde başımıza gelenleri anlatıyor olmam da çok manidardı. Yüzüne baktım. "Anladın mı ne demek istediğimi?" dedi. Anlamıştım anlamasına da bana neden söylemişti onu anlamamıştım. "Yani?" dedim azıcık sinirlenmiş bir halde. "Hani bana seni neden terk ettiğimi sormuştun ya bir kere" dedi.
Beni terk etmişti. Bundan yaklaşık dört sene önce. Kalabalık bir sokağın köşesinde, bir kestane tezgahının hemen önünde. Hava yaklaşık iki dereceydi. Hafta başında kar yağmıştı ve o gün günlerden çarşambaydı. Elimde bir edebiyat dergisinin son sayısı vardı. Onun elleri ceplerindeydi. Ellerini ceplerinden hiç çıkarmadan ve boynuna sarılmama izin vermemek için bir adım geri atarak yüzüme bakmıştı.
Dünyaya meteor düşmeden iki saat önce bir bodrumda mahsur kalan iki bilim adamı ya da bir çantanın içindeki sıvı nitrojenli bilmemneli bombanın patlamasına yirmi iki saniye kala birbirine bakan iki dedektif gibiydik. Ne yapacağını bilmeyen ve en azından karşısındakinin ne yapacağını bildiğini uman insanların bakışmasıydı.
Ama bilmiyordum. Neden sarılmama izin vermemişti ki? İki derecelik, karlı havada burnumu boynuna gömüp nefes almama neden izin vermemişti? Beni omuzlarımdan tutup karşı kaldırıma itse daha az canım yanardı.
"Yani?" dedim. O zaman da hep "yani" derdim ve hiçbir açıklamayı da beğenmezdim. Aklıma yatmazsa ikna olana kadar sorar bir de bıktırırdım. Anlaşılan o ki onu da bıktırmıştım. İşte o zaman nedenini sadece bir kere sormuştum, o da bu soruya ancak şimdi cevap veriyordu.
Dört sene sonra sen bu adamla ne konuşuyorsun peki diyenler olabilir, açıklayayım: bu şehir küçük yerdir. Nerede kiminle karşılaşacağınız belli olmaz. Sahile inen yolda köşeyi bir dönersiniz, sokaktaki ilk barın ilk masasından bir seksen boylarında, esmer, yeşil gözlü bir adam kalkıverir. Kalkmakla da kalmaz, elini uzatıp sizi kolunuzdan yakalar ve "Hiç mi değişmedin sen?" deyiverir. Değiştim. Değiştim ama her konuda değil...
Şimdi sen elini birden benim koluma atınca kalp krizi geçirmiyorum mesela. Hatta artık kimse bana kalp krizi geçirtemiyor. Bir kere çok inanıp sonra çok sert bir şekilde duvara çarpınca sadece duvarlara inanmaya başlıyorsun çünkü. Sonra şimdi senin gözlerine bakarken dilim damağım kurumuyor. Kimseye kurumuyor. Çok derine indiğin yerde birden katılaşınca her şey; sadece kuruluk kalıyor geride çünkü.
Artık ihtiyaç anında bile kıramadığım camlar var. Aşık olmaktan ölesiye korktuğum adamlar. Ya aşık olmazsam diye korkup kaçtığım adamlar. Bir de bana aşık olmaktan ölesiye korkan adamlar var ki biri de sendin. Böyle bir korkaklık görülmemiştir...
Diyecektim. Fark ettim ki yine ne kadar çok şey söylemek istiyorum ona. Diğerlerine de bu kadar çok şey söylemek istedim diye mi böyle oldu.
Sen de mi ben çok şey söyledim diye öyle oldun.
E ama ben ne zaman bir şey görsem hani senin sevdiğini bildiğim ya da dinlesem, duysam hatta yesem içsem hiç kendimde tutamaz illa sana yollardım, anlatırdım, gösterirdim, dinletirdim. Eğer yaparken yanımda olmadığın bir şeyi ben sen varmış gibi yapıyorsam; seni sonradan onun içine katar bu kez senle yapardım.
Diyecektim. Bunu da demedim. Hiçbirini demedim. Sadece gülümsedim.
"Erkekler gizemli kadınları severler. Merak etmeyi. Onlara merak edecekleri bir şey bırakmazsan onlar da uğraşmaya değecek bir şey olmadığını düşünür ve ilgilerini kaybederler. Yanisi bu."
Yani ben? "Yani sen hep" durdu, beni bir yokladı ve üzerinden dört sene geçmesinin verdiği güvenle devam etti "Yani sen hep kolaydın. Hemen gözümün önünde, hemen elimin altında. Gizlisi saklısı olmayan. Her şeyiyle ortada. Sen hep neysen oydun. Ve hep etrafımdaydın"
Demek öyle... Demek bütün nedeni bu. Demek her şeyin nedeni de buydu.
Yani diyorsun ki açma, kapat.
Görünmez ol.
Sessiz ol...
O zaman susuyorum. Ve böylece sen, senden sonrakilerin elinden inanılmaz bir dünyayı alıyorsun. Çünkü biliyorum ki hiçbir erkek görünen bir adımlık toprak parçasının bağlandığı ana karayı keşfetmeye yetecek sabra sahip değil. Sırf bu yüzden ben, onlara hep kuş bakışı bir harita gösteriyordum. Dağların, ovaların, göllerin yerlerinin belli olduğu. Şimdiyse iki parşömeni üst üste koyup ışığa tuttuğunda ancak bir kısmını görebildiğin hazine haritalarından birine dönüşmem gerekiyor öyle mi?  Var olanı saklamam, gizlemem, ortalıkta ne varsa toplamam; öyle mi?
Yahu ben... Ya da neyse... Dediğin gibi olsun...


 

21 Ocak 2014 Salı

Barika'nın kuyusu: BİZ DÖNELİM DE...

Barika'nın kuyusu: BİZ DÖNELİM DE...: Suriye'de olup bitenlere "aman ya" diyecek insan tanımıyorum. Sonuçta etrafımda ilişki kurduğum herkesin "insan&quot...

BİZ DÖNELİM DE...



Suriye'de olup bitenlere "aman ya" diyecek insan tanımıyorum. Sonuçta etrafımda ilişki kurduğum herkesin "insan" olduğuna inandığım için... Savaş suçları konusunda fikir birliğimiz her zaman var ama asla hareket birliğimiz olmadı. Çıkarlar hep ön plandaydı. Nitekim bugün de bu savaşın üzerinden rant ve oy kazanmak için elinden geleni ardına koymuyor birileri.

De benim diyeceğim bu da değil...
İlk taşı günahsız olan atsın der o hikayede hani, o hesap, "ey ahali!" demezler mi adama, "sen kendi suçlarına baktın mı ki bize geliyorsun?"
Biz kendi günahlarımızın bedelini ödedik mi de başkasının günahlarına kefil oluyoruz?
Nasıl oluyor da bu kadar iki yüzlü olabiliyor(sunuz)uz?

14'ünde gaz fişeği ile başından vurulup 7 aydır, evet tam 7 aydır uyuyan Berkin'in, Çanakkale'de yere yazı yazdı diye 6 yıl hapisle yargılanan 13 yaşındaki çocuğun (bas baya çocuk yahu!), 12'sinde evlendirip 14'ünde öldürdüğümüz Kader'in suçu bu ülkede yaşamaları mı? Onlara yapılanların suç sayılabilmesi için Suriye'ye mi taşınmaları lazım?

Arakan'a yardım diye çırpınanlara sorayım Van'da hala konteynerde yaşayan aileler onlardan daha mı refah içinde yaşıyor? Orada üşüyen çocukların canı hakikaten patlıcan mı?

Ah biz bunca iki yüzlülüğü, bunca vicdansızlığı bir de din kisvesi altında yapıyoruz ya; ne diyeyim? Merhamet denen şey bu kadar mı çıkar kavgasının arasında kalmış?

Bugün sayelerinde tüm zamanların en önemli kelimelerinin içi bir bir boşalırken şimdi de vicdan gidiyor elden, hakkaniyet gidiyor...

Ah biz ne zaman adam olduk da birilerine adam olsunlar diye atar yapıyoruz. Demezler mi sen dön de...

not: foto şu siteden alınmıştır. http://www.fotoritimdergi.com/tulin-dizdaroglu-anadolu-kadini-guncesi-10-anne-çocuklar
 

17 Ocak 2014 Cuma

Barika'nın kuyusu: ŞANSÖLYE

Barika'nın kuyusu: ŞANSÖLYE: Star Wars'ın sadece fantastik bir film olduğunu sananlar yanılıyor. Başımızdakinin Darth Vader'a benzediğini sananlar da... P...

ŞANSÖLYE



Star Wars'ın sadece fantastik bir film olduğunu sananlar yanılıyor. Başımızdakinin Darth Vader'a benzediğini sananlar da...

Palpatine nam-ı diğer Sith Lordu, serinin en kötü kişisi ama bilinen yüzü ile Galaktik Cumhuriyet'in başkanı, vakti zamanında kendisini eğiten hocasını "ben ondan iyi olurum, daha da iyisini yaparım" hevesiyle uykusunda öldürür ve Sith düzeninin başına geçer. İlerleyen zamanda eline geçirdiği öğrencilerini de karanlık tarafın en diplerine doğru çekip kelimenin tam anlamıyla kötü emellerine alet eder. Bunlardan biri de Anakin'dir.
Anakin en basit Freudyenci yaklaşımla bile bir anne sorunu ile Darth Vader'a dönüşürken, çekilişi ile altıncı, okunuşu ile üçüncü filmde bir sahnede herşeyin başının Palpatine olduğunu anlayan Jedi şövalyesi Windu; Sith Lordu'nu tutuklamak için makamına gelir. Çünkü Palpatine, güvenlik gerekçesiyle pek çok yetkiyi eline almaya başlamış aynı zamanda da galaktik anayasayı kendince değiştirmeye çalışmaktadır. Şüpheleri Anakin'in verdiği bilgiler ile de haklı çıkan Windu'nun (Samuel L. Jackson'un oynadığı karakter) tam şansölyeyi öldürmeye karar verdiği yerde Palpatine "yapmayın, çok fenayım, yapmayın, çok güçsüzüm" diye ağlamaya başlar. Bu "mağdur" edebiyatı aslında doğru şeyi yapmaya son kez bu kadar yakın olan Anakin'in aklını karıştırır. Kimin iyi kimin kötü olduğunu bir türlü ayırt edemeyen çocuk, şansölyenin de acıklı kışkırtmasıyla Windu'nun ışın kılıcını tuttuğu kolunu kesiverir. İşte tam o anda az önce büzülmüş, yalvaran "mağdur" Palpatine, karşısındaki aydınlık tarafın bir anlık zayıflığını ve denge kaybını kullanarak aslan kesilir ve Windu'yu "ölümsüz güç!" çığlıkları ile binadan aşağı atıverir. O an karanlık tarafın kazandığı ve Anakin'i de kaybettiğimiz andır...

Galaksi'nin iyiliği adına yapıyorum diye gösterek alttan alta tüm iktidarı kendinde toplamaya çalışan, bunun için kendini öne atmayıp öğrencilerini karanlık işlere atayan, sırf bir sonraki adımını garantiye almak için kendi kendini tutuklattıran, gerçek niyetini ve kimliğini gizleyen, bunlar ilk ortaya çıktığı yerde mağdur edebiyatına yatıp karşısındaki bir an tereddüt ettiğinde olanca hırsı, kini ve intikam arzusu ile saldıran şansölye bi yerlerden tanıdık gelmiş olabilir. Hatta Windu ile Palpatine arasındaki şu diyalog da:
Master Windu: Senato senin kaderine karar verecek.
İmparator Palpatine: Senato benim!

Normaldir. Ama unutmayın karanlık taraf ve aydınlık taraf arasındaki güç savaşında Jedi'lar hep kazandı, hep de kazanacak. O yüzden, "güç bizimle olsun!"

15 Ocak 2014 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: MANİDAR YAZI

Barika'nın kuyusu: MANİDAR YAZI: Duble yollar... Ulan ne yolmuş diyesi geliyor insanın. Sanırsın dünya üzerinden gidiş-geliş ayrılmış, birden fazla şeritli tek yol bizde....

MANİDAR YAZI



Duble yollar... Ulan ne yolmuş diyesi geliyor insanın. Sanırsın dünya üzerinden gidiş-geliş ayrılmış, birden fazla şeritli tek yol bizde.

Köprüler, köprülerimiz... İstanbul, İstanbul olalı böyle talan görmedi. Bazen sırf sağa sola site yapılabilsin, iki rezidans fazladan dikilebilsin diye köprü yapıyorlar diye düşünüyorum. Hayır, suyun altından tünel geçirip "asrın projesi" ile rüştünü ispatlamaya çalışan bir belediyenin kıçı kırık standart bir köprü ile ne işi olabilir ki?
O da değilse köprü manzarasına doyumsuzluk olabilir. Elimizdeki iki köprüyü de Adana pavyonları gibi şıkır şıkır ışığa boğduk ama yetmemiş olabilir. Bildiğiniz üzere bizde "yetmez ama evet" çi camia küçümsenmeyecek kadar az. Gerçi şimdi evet dedikleri onları küçümsüyor o ayrı mesele.

Ve tabi hava alanı... Dünyada hava alanı kıskanılan tek ülkeyiz. Hem de Avrupa tarafından. Şahsen Avrupa'da pek çok hava alanı görecek kadar şansım oldu ama bu dünyada bi hava alanı kıskanacak olsam, -gördüklerim içinde- sadece Dubai hava alanı olurdu. Atatürk'le Sabiha Gökçen'i toplayın, üzerine de Adnan Menderes'i ekleyin. Bir de ortasından şelale akıp palmiye dikerseniz tamam, işte Dubai hava alanı.
Da Avrupa'nın işi gücü kalmadı, Avrupa birliği sorunları, Euro, ekonomik krizler, İzlanda'nın sıkıcılığı bitti; senin hava alanın kaldı. Zaten kendileri kullanmıyor di mi? Hiç gelmiyorlar İstanbul'a di mi? İşlerini kolaylaştıracak, tatillerini rahatlatacak hava alanı isterler mi? Kendileri de yapamıyorlar zaten hava alanı. Çin'den alıyorlarmış, yazık!

Bütün bunların zamanlaması o kadar manidar ki; kendileri manasını yitirmiş. Yoksa bakınca bu kadar manasız gelmezdi. Öyle değil mi?


 

7 Ocak 2014 Salı

Barika'nın kuyusu: KAYIP KELİMELER

Barika'nın kuyusu: KAYIP KELİMELER: Sevgili okuyucular- yazıcılar, Bildiğiniz gibi kelimeler olmadan dert anlatmamız namümkün. Son bir kaç yıldır göze çarpan bir şekilde ama...

KAYIP KELİMELER

Sevgili okuyucular- yazıcılar,

Bildiğiniz gibi kelimeler olmadan dert anlatmamız namümkün. Son bir kaç yıldır göze çarpan bir şekilde ama özellikle şu son bir kaç ayda çok hızlı olarak kelimelerimiz anlamlarını kaybediyor. TDK'nın zaman zaman bazı müdahalelerde bulunduğunu hep beraber gördük ama yeterli olmadı. Çünkü çok fazla kelimeyi kaybettik. İçleri boşalan bu kelimelere derhal müdahale edilmesinde fayda görüyorum. Benim takip edebildiğim şekilde liste şu şekildedir. Fark ettiğiniz eksikleri lütfen ekleyiniz. Bu bir okur-yazarlık görevidir.

- Adalet
- Hak
- Hukuk
- Yargı
- Kumpas
- Yetki
- Atama
- İstifa
- Savcı
- Vicdan
- Millet
- İrade
- Çoğunluk
- Mihrak
- Hayırsever
- Yardım
- Manidar
- Zamanlama



 

6 Ocak 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: SPOR AYAKKABI

Barika'nın kuyusu: SPOR AYAKKABI: Sabahın bir körü kalkıyorum (ciddiyim, saat 6 yani, boru değil!), her zamanki gibi servise binmeme sadece iki dakika varken palas pandı...

SPOR AYAKKABI



Sabahın bir körü kalkıyorum (ciddiyim, saat 6 yani, boru değil!), her zamanki gibi servise binmeme sadece iki dakika varken palas pandıras evden çıkıyorum, bir elimde laptop bir elimde çanta, bir elimle de (nasıl oluyorsa artık, düşünün) mantomu giymeye çalışırken tam kapının önünde başbakanla burun buruna geliyorum.

Yok ya, rüya (ya da kabus) değil; gerçek. Bizim sitenin hemen çıkışındaki dev reklam panolarında boy boy başbakanımızın posteri vardı. Şaka da değil, gerçek. Yeni albüm tanıtımı yapan İzzet Yıldızhan misali, takım elbisesi ile onu görünce ben de afalladım doğal olarak.

Böyle başladığımız günün ilerleyen saatlerinde sürmeyi yeni öğrendiğim eyeliner denen illeti gözüme sokarak gözümü kan bürümesine vesile oldum. E zaten hafta sonu da merdivenden düşmüştüm; yani Barika'nın tipik yaşam döngüsü işte...

Bir zamanlar bir araştırma okumuştum: insanların 3/4 ü ev kazalarında ölüyormuş. Yuh dediniz di mi, ben de demiştim ama benim dememem lazım. Geçenlerde elimde neyin olduğunu hatırlamadığım bir fişi banyodaki prize sokmadan sadece bir saniye önce ayaklarımın suyun içinde olduğunu fark ettim. Bu hafta sonu da düşme nedenim kaygan çoraplarımla ahşap merdivenlerde yol tutuşumun kötü olmasıydı. Sehpa köşelerine geçirdiğim kaval kemiğim, kapılara sıkışan parmaklarım hakkında konuşmayalım, sıkıcı. İlginç bir şey isterseniz geçen ay uçakta düştüm. Baya böyle koridor boyunca 1,60 uzandım ve kaburgamı incittim.

Bunca beceriksizliği neden anlatıyorum ki size? Yahu bunu okuyan erkekler vardır (varlar biliyorum) ve diyorlardır ki ne şapşal kız ya! Bak zaten hafta sonu da aynı masada oturduğumuz adamın benimle ilgili yorumu: "ya ne kadar eğlenceli, ne kadar tatlı bi kız bu ya" Ulan bi kere de biriniz ne hoş kadın, vay anam falan desin. Nerde... Varsa yoksa sempatik, tatlı, bici bici! Değilim lan! Valla ben artık tatlı falan değilim. 32 (yazıyla otuz iki) yaşına gelmiş kadına sempatik denir mi; ayıp. Tamam ben bazen size "yakışıklı değil ama çok sempatik" falan diyorum ama yani... Ve tamam ben pek kadınsı, kadın kadın, kadın gibi olamıyorum; biraz daha normal ve sakin kalıyorum belki ama yani... Bunu sırf yuvarlak(!) hatlarım yok diye yapıyorsanız, ağır oluyor biraz. Ya da bu kadar çok futbol konuşmayı seviyorum diye yapıyorsanız o da haksızlık. Belki de mesele zaten bu kadar çok konuşmamdır...

"Ay zekiyim diye bana böyle yapıyorsunuz" ayağına falan yatmayacağım tabi ki; hiç alakası yok (yani zekiyim tabi ama konu bu değil demek istedim). En mantıklısını çok yakın bir arkadaşım söyledi geçenlerde: "seninle tanışan erkekler önce "iyi bi insan" sonra "aa kız" diyorlar, doğrusu önce "aa kız" deyip sonra senin hakkında başka yorumlar yapmaları"
Kendisinin bunu sağlamam için de tek ve basit bir yöntem önerisi var: topuklu ayakkabı giymek. Tek düzgün yerimin bacaklarım olduğu konusunda hem fikir olduğumuz için kendisi bunu önerdi. Bu adam düşünün benim 16 yıllık arkadaşım, o da acı söylemezse kim söyler...

O zaman şöyle yapalım: bana ilk çok hoş bir kadın olduğumdan dem vuracak erkek konuşmasında hepinize benden çay! Valla lan.

Not: Bugün de spor ayakkabı giydim anne.