21 Mayıs 2014 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: SEVGİLİ PATTI VE BOB

Barika'nın kuyusu: SEVGİLİ PATTI VE BOB:     Patti Smith okuyorum, Çoluk Çocuk (Just Kids) kitabını. Bana kendimi yavan ve boş hissettirmesine rağmen uzun zamandır ilk def...

SEVGİLİ PATTI VE BOB


 
 
Patti Smith okuyorum, Çoluk Çocuk (Just Kids) kitabını. Bana kendimi yavan ve boş hissettirmesine rağmen uzun zamandır ilk defa bir kitabı içer gibi, yutar gibi okuyorum. Yazar, şair, grup, müzisyen isimleri uçuşuyor kitapta. Ortalık çevirmen notundan geçilmiyor. Aklıma yazmaya, not almaya çalışıyorum. Yarısından çoğunu tanımıyorum ve bu konuda kendimi o kadar kötü hissediyorum ki içim eziliyor. Bu kadın daha yirmili yaşlarında nasıl bu kadar çok şey bilebilir diyorum. Ben neden bilmiyorum diyorum.
Sonra Soma oluyor… Yirmili yaşlarında bir sürü genç erkek, madenin içinde ölürken; yirmili yaşlarındaki karıları dışarıda dul kalıyor, sevgilileri yalnız, çocukları öksüz yetim…  Yirmili yaşlarında çok az şey bilerek ölüyorlar. Biz olduğumuz yerde olana bakıyoruz. Bakakalıyoruz.

Bir kere daha bu ülkede iç dünyana dönüp kendinle hesaplaşmana izin verilmeyeceğini hatırlıyorum. Çünkü bu kendine dönüş bir anda kocaman bir bencillik olup çıkıyor. Onca yanmış canın, daha fenası onca canı yakanın hesabının sorulmuyor diye ahlanıp vahlanıyoruz. Sonra o sesler de azalarak bitiyor. Ama ne zaman yeniden içimize bakacak olsak o bencillik hissi gelip çörekleniyor. Cenaze gibi, kredi borcu gibi, metan gazı gibi, çizmeler gibi daha somut şeylerin yanında hepsi nedense bir anda boş görünüyor.

Ama işte insanoğlu yaratılışı gereği bencil. Böyle yoğrulmuş çamuru. Böyle su verilmiş. O yüzden belki bütün o “ütopya”lar ve “izm”ler bir yerde gelip tıkanıyor. Tam egomuzun olduğu yerde… Ben de yeniden kitabıma dönüyorum.

Patti Smith, onlarca ismin içinde kitap boyunca öğreti gibi Bob Dylan’ı anıyor. Albüm kapağındaki resimden şarkı sözlerine kadar her sayfada bir şekilde ortaya çıkıyor. Ben de Haziran ayındaki gidemeyeceğim konseri düşünüp hayıflanıyorum. Kuzenime bir mail atıyorum kitapla ilgili ve diyorum ki Bob Dylan konserine gidip en önden bağırmak istiyorum: Hey Bob, Patti'ye selam söyle :)”

Sonra Blues  Brothers izliyorum. Hafta sonu, Pazar günü, önce 1980 yapımı Blues Bothers’ı (hani şu “The most dangerous combination since nitro and glycerine” olanı) sonra 2000 yapımını izlerken Elwood sürekli diyor ki “The Lord Works in myterious ways” Ben de en çok bu lafa takılıyorum film boyunca, tabi Aretha Franklin’in sesinden sonra… Ve gerçekten bazen Tanrı baya gizemli yollardan iş çeviriyor…

Mayısın yirmisinde Soma’ya yardım amaçlı olarak bazı konser biletlerinin fiyatlarının düşürülerek satışa çıktığı haberi geliyor. İçlerinden biri de Bob Dylan. Bütün gece düşünüyorum; yaptığım şey fırsatçılık mı? Yoksa gerçekten çok içten diledim diye Tanrı yardım mı etti hem de bana başkaları için de bir şey yapma fırsatı vererek. Tam o sırada kitapta Patti, kendisine daha ilk şiir okumasında şiir kitabını basmayı teklif eden yayıncıyı “bu kadarı hazıra konmak olur” diye reddediyor. “Arkadaşlarım benim kadar şanslı değildi, bu kadar kolay olmamalı” diyor. Bir kere daha ikilemde kalıyorum. Acaba doğru olanı değil de işime geleni mi yapıyorum?

İnsanoğlu işine gelene aklınca kılıf uydurmakta, mazur göstermekte yeteneklidir, birincidir. Ben de kendimi kendime karşı savunuyorum, sonra üzerinde daha fazla düşünmeden alıveriyorum biletleri. Şimdi sahnede, şapkasının altından o boğuk sesiyle bunu söyleyecek ya;  belki rahatlarım diyorum…

In this earthly domain, full of disappointment and pain
You'll never see me frown
I owe my heart to you and that's sayin' it true
And I'll be with you when the deal goes down
(When The Deal Goes Down / Bob Dylan)

NOT: Bu harika fotoğraf Bob Dylan ve Patti Smith'i, şair Allen Ginsberg'in evindeki bir parti sırasında merdivenlerde gülerken gösteriyor.




14 Mayıs 2014 Çarşamba

Barika'nın kuyusu: NEFRET

Barika'nın kuyusu: NEFRET: Ben Zonguldak'a bağlı bir kasabada doğdum. Çok önceki yazılardan birinde bahsetmiştim sanırım çocukluğumun tuhaf hikayeleri ile ilgili ...

NEFRET

Ben Zonguldak'a bağlı bir kasabada doğdum. Çok önceki yazılardan birinde bahsetmiştim sanırım çocukluğumun tuhaf hikayeleri ile ilgili anılarımdan. Büyük bir grizu patlaması sonucu madenden çıkarılamayan cesetler yüzünden denizin kurtlandığı, insanların denizden çıktıklarında mayolarından kurtların döküldüğü yazdan. O zamanki kömür-maden işçileri sendikası başkanının Jaguar marka arabasından. Maden şehirlerinin karanlık, isli havasından.

Dün akşam elimdeki kitabın kadın karakteri yüzünden hayatımın ne kadar yavan olduğuna hayıflanıyordum. Metrobüste yer bulup otursam diye hevesleniyordum. Akşam mesaisinde yemekte zeytinyağlı kereviz vardı. Ve ben bir kere daha nasıl bir ülkede yaşadığımı unutmuş günlük rutinin içinde kendimle uğraşıyordum. Sonra, yine yukarıdaki o koca yarıktan yine koca bir taş düştü başımıza.

Bilmiyorum dünyada başka kaç ülke vardır ki çoktan nasihatle uslanmasından umut kesilip bunca musibetle sınansın ve hala akıllanmasın.

Ulusal yas ilan edilince ne olur bilmiyorum, ama bu felaketten sonra ulusal yas ilan edecekler mi acaba diye beklemek ne kadar saçma biliyorum. Ortada bir cihat, dini bir kavga, vatani bir görev bilmem ne yokken ihmalden, sorumsuzluktan, vurdumduymazlıktan ölmüş insanları sanki onlar için hisleniyorlarmış gibi, onları ne kadar değerli gördüklerini sanalım diye durup dururken şehit ilan etmek ne kadar saçma onu da biliyorum.

Allah yardım etsin diye dua etmeyi matah sayanlara da bir çift lafım var: Tevekkül nedir bilir misiniz? Yapılması gereken her şeyi yaptıktan sonra sonucu Allah'tan beklemektir. Ben öğretmeyeyim bence size böyle şeyleri...

Şili'de maden işçilerini, üzerindeki tulumla kucaklayan yüzü isli başbakanın fotoğrafına bakıp gözlerim dolarken; Soma'da felaketten kurtulan işçileri takım elbiseleri içinde kenardan, yaklaşmaya korkarak izleyen bakanları görünce içim nefretle doluyor. Nefret kusuyorum...

İnsanı insan değil rakam, üç beş, neyse ki ile tanımlayan "adam"lardan, olanı Cuma hutbesinde paylaşmak dışında bir eylem başlatmayan "yetkili" lerden, 15 yaşındaki çocuklarımızı yerin ne üstünde ne de altında yaşatmayan, yaşatamayanlardan nefret ediyorum!

Ama en çok da bu felaketin içinde bile, sırf birilerinin adını manşetlerden, tartışmalardan uzaklaştırabilmek için dikkati bambaşka yerlere çekmeye çalışan, iktidar yalakası, cinayetlerin yardakçısı, üç beş kuruşa haysiyetini satmış, tek işi sataşıp provokasyon edasında dimağ kirletmek, akıl bulandırmak olan o baş belalarından ve hala onları dinleyen, hala soru sormayan, hala eleştirmeye korkup eleştireni de küfürle hakaretle tehdit eden, giden canın hesabını bile soramayacak kadar körü körüne biat etmişlerden nefret ediyorum! Çünkü bu canların hesabı sizde! Siz hesap sormadıkça, siz bizim çığlıklarımıza katılmadıkça daha çok ölürüz biz; yerin üzerinde de altında da.

Ve hala fark etmediyseniz söyleyeyim; sırf siz böylesine biat ediyorsunuz diye bizden daha güvende değilsiniz bu ülkede çünkü koskoca bir ülke, bütün halinde, bir sorumsuzluğun, bir acımasızlığın ve bir egonun kurbanı olmak üzere...

Hepimizin başı sağ olsun...



 

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: DALİ'NİN BIYIKLARI

Barika'nın kuyusu: DALİ'NİN BIYIKLARI:   İçki bütün kötülüklerin anasıdır lafının altındaki en önemli maddelerden biri de şudur; içki, bütün aptalca hamlelerin cesaret vere...

DALİ'NİN BIYIKLARI


 
İçki bütün kötülüklerin anasıdır lafının altındaki en önemli maddelerden biri de şudur; içki, bütün aptalca hamlelerin cesaret verenidir. (Ama benim favorim nerdeyse bir dövme, bir duvar yazısı kadar çarpıcı olan: "Sarhoşken söylenen her şey ayıkken düşünülmüştür" cümlesidir) İçki içen adamın elinden telefonunu, araba anahtarını, cüzdanını alacaksın ki ömür boyu sana müteşekkir olsun. En azından ertesi sabah…

Herkes gibi benim de zamanında sabah kalkıp “lan ben onu gerçekten söyledim mi?” ya da “oha yapmamışımdır” demişliğim vardır, doğru. Baş ağrısından ve mide bulantısından daha berbat bir histir bu çünkü ilaçla, limonlu suyla, sodayla falan geçmez.  Eczanelerde bunun için bir ertesi gün hapı yoktur. Gerçi olsa fena olmazmış, şöyle en hafıza sileninden ama yoktur. Kafanızda yarısından çoğu silik olan anlardan bir kolaj yapınca ortaya çıkan resim benim diyen sürrealist ressamınkinden daha gerçek üstüdür. Öyle ki Dali size bıyıklarını burar!

Akşamdan kalma olduğunuz o sabah uyanınca ilk iş siz ne yaparsınız bilmiyorum ama ben geçmiş acı tecrübelerime dayanarak önce çantamı yoklarım: cüzdan var mı, kimlik var mı, banka kartları yerinde mi? Zaten önce çanta var mı… (Ayık kafayla, gündüz vakti çantasını yol kenarı bir kahvecide unutup üzerine 250 km yol gitmiş bir insanla muhatapsınız, lütfen) Eğer tüm bunlar yerindeyse durumu yüzde doksan kurtarmışımdır. Yüzden on mu? Allaha emanet.

Kahvaltıya kalkacak ve hatta üzerine bir de kahvaltı edecek takatiniz varsa ne mutlu, az zararla atlatılmış bir hafta sonu sizi bekliyor demektir. Yoksa bütün bir hafta sonunu o mideyi ve o kafayı toparlamakla geçirirsiniz. (Buradan ecza dünyasının altın buluşu alka seltzer hayranlarına selam olsun). Daha önce yazdıklarımdan da bildiğiniz üzere üzerinize afiyet bende bir Yak bünyesi olduğu için benim toparlanma sürecim baya hızlı oluyor. Baş ağrısı nadir, kusma çok ender, mide biraz problemli, o kadar. Ama pişmanlıklar hepimizde eşit. Yak olup olmamanızın bununla bir ilgisi yok. O kadar da öküz değiliz yani! (Sen uzun boylu arkadaşım, sırıtma, evet sen sakallı olan) İşte bu yeterince duyarsız, umarsız olmayışımız, davranışlarımızı determine edememiş olmamız, içsel olgunluğu belirginleşmiş ve benliğiyle barışık hallerden yoksunluğumuz nedeniyle (vay be!) ertesi sabah “ben ne yaptım” sabahı olabilir. Olmasın. Sabahlar olmasın! Yani böyle olmasın…

İşte bunu bir daha dememek için kendimce yollar buldum; misal telefonu gömmek gibi. Size en son telefonumu bar tuvaletine düşürdüğümü söylersem sanırım gömmek eyleminde ciddi olduğumu anlarsınız. Diğer alternatif ve daha az maliyetli olan yollar ise şunlar: aç karna içki içmemek, tekila içmemek, ikiden fazla içki tipini karıştırmamak (bkz. Rakı+bira+votka), aynı içki içinde yok efendim Mozambik votkası yok efendim Karayipler romu gibi dünyalar varsa o içkiden sadece bir tane içmek, tekila içmemek, asla ama asla bir daha viski içmemek, Long Island içeceksek öncesinde ve hatta sonrasında bir şey içmemiş olmak, tekila içmemek, aslına bakarsan Long Island da içmemek, rakı sofrasında yemeyi ihmal etmemek, tekila içmemek, bira içerken litreden galona geçmemek, bulduğu her shota “a bu ne” edasıyla yaklaşmamak, tekila içmemek, yeni içki görünce şekerlikte hepsinden farklı bayram şekeri bulmuş çocuk gibi saldırmamak, aralarda kendine o günün tarihini sormak, alt dudağı ısırıp his kaybı kontrolü yapmak ve son olarak tekila içmemek.

Şimdi gençler ve benim gibi hala kendini genç sananlar size ödevim şudur: herkes kendi listesini hazırlasın ve bana göndersin. Mail adresi blogda mevcut, bulamazsanız yorum kısmına yazın. Akşamdan kalma olmamak ya da sonradan pişman olacağımız şeyler yapmamak için önlemleriniz nelerdir? Akabinde herkesinkilerden bir derleme yapıp buradan yayınlayacağım, sonra da bunları deneme-yanılma yöntemiyle test edeceğim. O test sonuçlarını da yazarız belki takatimiz kalırsa. Hadi bakalım.

Not: Tüm bunlar bir yana, o gecelerin hepsinden size kalan komik anılarınız, hatırlayınca hep beraber güldükleriniz, sabahında bir an veya daha uzun içinizi burksa da sonunda o da bir anı bazen de bir ders olup kalan durumlarınız size kardır, yanınızda kalsın, aklınızda kalsın, onlarla eğlenmeye onları anmaya devam edin. Bu yazının amacı onlardan geçmek değildir, olayın başka yanına bakıp eğlenmektir unutmayın.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

Barika'nın kuyusu: KISMET

Barika'nın kuyusu: KISMET: Bugün Hıdırellez, dilediklerimizi gül ağacına çizip gömdüğümüz o gecenin üzerinden nereden baksam iki yıl geçti. Yıl dediğin zaten ipi k...

KISMET


Bugün Hıdırellez, dilediklerimizi gül ağacına çizip gömdüğümüz o gecenin üzerinden nereden baksam iki yıl geçti. Yıl dediğin zaten ipi kopmuş tesbih gibi patır patır dökülüyor ellerimden. Ben de sıçraya sıçraya uzaklaşmalarını izliyorum. De ki ne değişti; diyeyim ki hiçbir şey. Yani neredeyse hiçbir şey.

“Neden bırakmıyorsun?” diyene dönüp “Çünkü bırakamıyorum, yok, aslında bırakmak istemiyorum o yüzden bırakamıyorum” diyeli nereden baksam üç yıl oldu. Bir daha da bırakmak istemeyecek kadar bağlanmamayı diledim. Bunu öğrenmeyi diledim.  Yapabilmeyi diledim. Öğrendim mi dersen en azından etimden et koparmış gibi olmadan, henüz ucundan tutturmuşken kesmeyi öğrendim sanırım.

Eskiden bahar patlamış mısır gibi çiçek açan ağaçlardan ibaretti, yeterince çocukken. Yeterince ergen olduğumuzda kaynayan hatta fokurdayan kanımızdan ibaret oldu. Ve şimdi yeterince otuzlarken bahar, iklim deformasyonundan nasibini almış sıcak mı soğuk mu olduğunu bilmediğimiz bir mevsim oluverdi. Hayatımız gibi, olması gerektiği zamanda olması gerektiği gibi olmayan, mutasyona uğramış bir mevsim…

Bugün Hıdırellez, ben bir kere daha o kağıda çizeceklerimi daha çizemeden karalamış vaziyetteyim. Gül ağacının altına elle tutulur o kap-kacakları çizmek istemiyorum. Ama onları da çizmezsem elimde kalem öylece kala kalmaktan korkuyorum.

Demişler ki bu akşam dilekleri havaya çizip, hiç konuşmadan eve kadar gidebilirsek dileğimiz kabul olacakmış. Aha da benim derdim de o; ben hiç konuşmamayı ya da olmadı en azından susmayı öğrenebilseydim belki bugün o kağıda çizecek bir resmim olurdu. Demek ki ondan tutmuyor dilekler. Tutuluyor…

Neyse, kısmet. Mukadderat. Hayat… Bana olmayan başkasına kısmet. Kısmeti açılan herkese benden çay.